30 Mart 2013 Cumartesi

Tunguska olayı nedir?


Tunguska olayı, 30 Haziran 1908 günü sabah saat yaklaşık 7:45 sularında Sibirya’nın orta kesimlerindeki Podkamennaya Tunguska Irmağı yakınlarında oluşan büyük gök patlamasının adıdır.
Patlama 10-15 bin tonluk bir dinamit kütlesinin patlamasına eşdeğerdi. Kesin olmayan verilere göre patlamanın nedeninin, bir kuyrukluyıldız parçasının ya da meteorun Yer’e çarpması olduğu sanılmaktadır. Cismin atmosfere yaklaşık 100.000 km/h hızla girdiği ve ağırlığının 100.000 ile 1.000.000 ton arasında olduğu varsayılmaktadır.

Patlama bölgesi ilk olarak Rus bilim adamı Leonid Alekseyeviç Kulik tarafından 1927-1930 yılları arasında incelendi. Olayı uzaktan gözleyenler önce bir ateş topu gördüklerini ve ardından yer sarsıntısıyla birlikte, güçlü sıcak rüzgarların oluştuğunu söylediler. Avrupa’daki sismograflar, patlamanın neden olduğu sismik dalgaları saptadılar. Patlamanın alevleri yaklaşık 800 km uzaktan görülmüştü. Cisim atmosferde buharlaştığından çevreye çeşitli gazlar yayılmış ve olaydan belli bir süre sonra bile Sibirya ve Avrupa’da geceleri gökyüzünün parlak bir renk almasına neden olmuştur.

Kimyasal ayar


Kimyasal ayar bir kimyasal bileşiğin kimyasal analiz, kimyasal tepkime veya fiziksel test yapmakta kullanılmaya uygunluğunu belirten bir teknik standarttır. Bir kimyasal bileşik hazırlanırken veya satın alınırken kullanılır. Tepkenler (reaktantlar) için saflık standartları ASTM International gibi kurumlar tarafından belirlenir. Örneğin, reaktif ayar sudaki katışkıların (sodyum ve klorür iyonları, silika ve bakteri gibi) oranı çok düşük olmalı, elektrik özdirenci yüksek olmalıdır.
Analitik reaktif ayar (Analytical Reagent Grade), ACS reaktif ayar (ACS Reagent Grade) ve reaktif ayar (Reagent Grade), Amerikan Kimya Derneği (American Chemical Society; ACS)’in Analitik Reaktifler Komitesinin spesifikasyonlarına uygun reaktifler için kullandığı eş anlamlı terimlerdir.

Tanımlar
Aşağıdaki kimyasal ayarlar mevcuttur:
ACS ayar
Amerikan Kimya Derneği saflık spesifikasyonlarını karşılayan ve aşan en üst kimyasal saflık ayarı
Reaktif ayar
ACS ayarına genelde eşdeğer sayılan ve laboratuvar ve analitik uygulamalar için uygun, yüksek saflık ayarı.
U.S.P. ayar
ABD kodeksi (US Pharmacopeia) şartlarını karşılayan veya aşan bir kimyasal saflık derecesi: Gıda, ilaç ve tıbbî kullanımlara uygun, çoğu laboratuvar amaçları için de kullanılabilir.
N.F. ayar
Britanya Kodeksi (National formulary) şartlarını karşılayan veya aşan saflık ayarı.
Laboratuvar ayar
Nispeten iyi kaliteli kimyasal maddeler için kullanılır. safsızlıkları tam olaarak bilinmemkle beraber, eğitim amaçları için yeterince saftır. Gıda, ilaç veya tıbbî uygulamalarda kullanılabilecek derecede saf değildir.
Saflaştırılmış ayar
Saf veya pratik ayarlı da denir. İyi kalite olup resmi bir standartı karşılamayan kimyasallar için kullanılır. Genelde eğitsel maaşlı olarak kullanılabilir. Gıda, ilaç veya tıbbî amaçlar için kullanılamaz.
Teknik ayar
Ticari ve endüstriyel amaşla kullanılabilecek iyi kaliteli kimyasal maddeler için kullanılır. Gıda, ilaç ve herhangi bir tıbbî amaç için kullanılamaz.

Hidrojen bağı

Hidrojen bağı, kimyada tek bir hidrojen atomu, oksijen ve azot gibi iki elektron negatif atom arasında ortaklaşa kullanılması durumunda oluşan bağdır.
Van der waals kuvvetinden güçlü olmasına karşın, tipik hidrojen bağı iyonik bağ ve kovalent bağdan daha güçsüzdür. Proteinler ve nükleik asitler gibi makromoleküller içinde, aynı molekülün iki parçası arasında var olabilir.
Hidrojen bağı ismi, bağın bir hidrojen atomunu kapsamasından gelir. Genelde bağ, hidrojenin flor, oksijen ve nitrojen gibi elektronegatifliği yüksek atomlarla yapmış olduğu kuvvetli bir etkileşim türüdür. Eğer hidrojen bağı atomu iki atom arasında ortak kullanılıyor ise meydana gelen iki molekül arasındaki zayıf bir bağdır.

Hidrojen bağları genellikle oksijen ve azot gibi negatif elektrik yüklü atomlarla diğer bir negatif yüklü atomlara kovalent olarak bağlanmış hidrojen atomları arasında oluşan bağlardır. Dipol dipol etkileşmesinin kimyadaki en bariz örneğini teşkil eder.

Bakterilerin insan yaşamındaki yeri ve önemi


Çok basit yapılı ,yaygın çekirdekli genellikle klorofilsiz ve bölünerek çoğalan bir
hücreli canlılara bakteri denir.
Bakteriler hem bitkilerden hem hayvanlardan farklıdır;hızlı çoğalmaları ve biyokimyasal etkileri bakımından canlılar aleminin dengesini sağlamada çok büyük önem taşıyan bir grup oluştururlar.
Bakteriler bölünerek çoğalırlar,bölünme sonucunda ortaya çıkanlar ya bir arada kalır, ya ada yarılırlar.Biçimce çok değişiktirler ev yaşadıkları ortama göre bir görünüm edinirler.
Bakteriler uyarlandıkları ortama ya da içinde yaşadıkları konağa en elverişli sıcaklık sınırları içinde hızlı çoğalırlar;
Bakteriler doğada önemli rol oynar.Bir kısmının çok yüksek enzim etkinliği vardır;mayalandırmaya dayalı sanayilerde bundan yararlanıldığı gibi üstün yapılı hayvanların bağırsaklarında besinlerin sindirilmesinde de, bunlar önemli rol oynar.Bir kısım bakteriler pigment üretirler,Bir kısmı gaz üretir, demir, kükürt biriktirir,toksin salgılar,ya da içinde toksin toparlar.

Genel olarak bakteriler mayalandırma ve çürütme etmenleridir.Organik maddeleri,
Gaza ve cansız maddelere dönüştürürler;bu maddeler yeniden yaşamsal çevrimde yer alır.Havadaki gazları kendilerine bağlayabilir,böylece toprağı azotça zenginleştirir ve bitkilere, gelişmek için gereksindikleri inorganik besinlerin bir kısmını sağlamış olurlar. Kısaca söylemek gerekirse bakteriler biyosferdeki çevrimlerde, parçalayıcı ya da mineralleştirici olarak çok önemli rol oynarlar.
Hastalık yapan bakteriler,bakteriler aleminin çok küçük bir bölümüdür.
Bazı bakterilerin metabolik özelliklerinin saniyede kullanılması gelişme halindedir.
Bir takım maddeleri üreten hücrelerin genlerinin bakteri kromozomuna bağlanabilmesi olanağı genetik mühendisliğinin temelidir;gen aşılan bakteriler istenilen maddeleri (hayvansak proteinler,aşı antijenleri,vb.) büyük ölçüde sağlayacaklardır.
Bakteriler, bulundukları ortamın ya da organizmanın zararlarına yaşarlar.
Küçüklüklerine karşın, bakteriler, optik mikroskop ile görülebilir ve bu aygıttaki görüntülerine göre sınıflandırılırlar.Bazı bakteriler yüzeylerindeki türlü biçimde
dağınık kirpikler sayesinde hareket ederler;kirpiksiz olanlar ise hareketsizdir.Ama onları birbirinden ayıran şey özellikle biçimleridir.
Bakteriler mikroskop altında genellikle küre, çomak ya da spiral biçiminde görülür.
Küresel olanlara kok ya da kaküs, çomak ya da silindir biçiminde olanlara basil,tirbüşonu andıranlara da spiral denir.
Son yıllarda bu üç gruptan başka kare biçiminde bakteriler de bulunmuştur.Aynı biçimde birçok bakteri bazen bir zincir gibi arka arkaya dizilir, bazen de bir üzüm salkımı denen incecik kıllar vardır;tek hücreli canlı bu kılları bir kamçı gibi sağa sola sallayarak istediği yöne hareket eder.Spiraller ise tıpkı bir tirbüşon gibi döne döne ilerler.
Bakteriler ikiye bölünerek çoğalır.Eğer ortamda yeterince besin varsa ve bütün koşullar uygunsa bir tek bakteriden 15 saat içinde 1000000 bakteri üreyebilir.Ama bu bölünme hep aynı hızla sürmez.Çünkü hem ortamdaki besin bu kadar büyük bir koloniye yetmemeye başlar, hem de bölünme sırasında açığa çıkan asitler bakterilerin üremesini durdurur.
YARARLI VE ZARARLI BAKTERİLER
Yeryüzünde bakterilerin bulunmadığı bir tek nokta yoktur, denilebilir.Bu küçük canlılar topraktan okyanusların derinliklerine ve havaya kadar ortamda yaşayabilir.yiyeceklerin bozulmasının nedeni genellikle bakterilerdir. Daha da önemlisi insan ve hayvan hastalıklarının büyük bölümü ile bazı bitki hastalıkları bakterilerden ileri gelir buna karşılık bazıları özellikle ölmüş bitki ve hayvanların çürümesini sağlayan bakteriler çok yararlıdır.
Bunlar ölü dokuları parçalayarak canlıların yapısındaki temel maddelerin ayrılmasına yardımcı olur.Bu maddeler de yeniden toprağa, havaya ya da suya karışarak öbür canlıların beslenmesinde rol oynar.Eğer bu bakteriler olmasaydı bütün yeryüzü ölü bitki artıkları ve hayvan leşleriyle kaplanırdı.
Bakterilerin sanayi ve tarımda da çeşitli yararları vardır.Hayvan postlarının sepilenerek ayakkabı ya da buna benzer deri eşya yapımına elverişli duruma getirilmesinde, bu poatlardaki kılların gevşemesini kolayca temizlenmesini sağlayan bakterilere iş düşer.Keten dokumaların yapımında da, keten liflerini saran yapışkan maddeyi çözerek lifleri ayırmak için bu lifler suay bastırılır ve bakterilerin yardımıyla üstündeki yapışkan sıvıda temizlenir. Hoş kokulu ve lezzetli peynirlerin çoğu da bu özelliklerini bakterilere borçludur.Bazı bakteriler ise çay yapraklarını olgunlaşarak kararmasını sağlar.
Genetik mühendisleri bakterileri özel işlemlerden geçirip değişime uğratarak aşı,ilaç,hormon ve öbür kimyasal maddelerin yapımında kullanırlar.
Soluduğumuz havanın 4/5 ini oluşturan azot gazı bitkilerin büyümesi için gerekli olan bir maddedir ama bitkiler bu elementi gaz halindeyken dokularına alıp yararlanamazlar.
Azotu, nitral denen tuzlarına dönüştürerek bitkilerin kullanabileceği duruma getiren de gene bazı bakterilerdir.

İnsanlarda ve hayvanlarda çeşitli hastalıklara yolaçan bakteriler,hasta bir insana dokunmakla,aynı havayı solumakla ya da bakterilerin üremiş olduğu yiyecek ve içeceklerle sağlıklı insanlara da bulaşır.Tifo,kolero,verem,zatürree ve cüzzam bakterilerden kaynaklanan hastalıkların yalnızca birkaçıdır.
Açık yaralardan vücuda giren bazı bakteriler de kangrene yolaçar.
Buna karşılık vücutta bazı bakterilerin bulunması sağlık açısından zorunludur.Örneğin kalın bağırsakta yaşayan yararlı bakteriler besinlerin sindirilmesine yardımcı olur ve yiyeceklerin çok az bir bölümüyle kendileri yetinip geri kalanının bağırsaktan emilmesini sağlar.Antibiyotikler bu bağırsak bakterilerinin çoğunu öldürdüğünden,bilinçsiz ve gereksiz antibiyotik kullanımı ishale ve buna benzer hafif sindirim bozukluklarına yolaçabilir.
Leewenhoek’un 1983’te İngiltere’deki Kraliyet Derneği’ne bakterilerin çizimlerini göndermiş olmasına karşılık, bilimadamlarının bu buluştan yararlanmaları için 100 yıl geçmesi gerekti.
Günümüzde,vücudun iç dokularına yerleşmiş olan bakterileri öldürmek için penisilin ve streptomisin gibi antibiotikler deri üzerindeki ve açık yaralardaki bakterileri öldürmek için de antiseptikler kullanılır.

Elektrik tesisatı


Priz
Duvar içine döşenmiş olan cereyan hattını, herhangi bir elektrikli aygıtı çalıştırmak üzere kullanabilmemiz için kullanılan faz-nötr ve topraktan meydana gelen çıkış hattıdır. Aydınlatma elemanları için kullanılan bazı prizlerin toprak hattı yoktur. Prizler, sağ ve sol tarafta bulunan tırnaklar sayesinde sabitlenir.
Prizlerde kabloların gireceği ayaklar, ortası delik bir küp şeklinde olup üst yahut yan taraflarından bir vida ile sıkılır. Eğer ahşap üzerine priz monte edecekseniz, ağaç vidası kullanmalısınız.
Fiş
Bir prizden alınan cereyanı, kablonun diğer ucundaki alete iletmekte kullanılır. Evlerde kullanılan fişler, genellikle iki ayaklı olup, toprak olanların, toprak hatları bu ayaklara dik olan çeperlerin ortasında bulunurlar. Prize sokulduğu zaman, prizdeki toprak hattının metal ucu, bu oyuğa değerek devreyi tamamlar.
Priz Ve Fiş Uyumları
Fişlerin prizlerle önemi büyüktür. Eğer, ince çubuklu bir fişi kalın delikli bir prize sokarsanız, bu çubuklar tam anlamıyla priz deliklerinin metal aksamına değmeyeceği için, rezistans yapar ve ısınırlar. Bu olay da zamanla prizin kararmasına, metal ayakların erimesine sebep olur. Farkedilip, değiştilmediğinde yangın çıkabilir. Onun için fiş ile prizin uyumu çok önemlidir.

Lamba Duyu
Plastik aksamlar, zaman içinde ısınarak erir veya zamanla kırılabilir. Gevşer ve lambaların sıkılarak takılmaları esnasında boşa dönmeye başlar. Porselen duy kullanırsanız, kırılmaması şartıyla, duy değiştirmek zorunda kalmazsınız. Aldığınız duyu takarken gövdesinden tutmalısınız. Cereyanı kesip, kablonun ucunu temizleyip sıyırınız. Telleri, vidalı ayaklara geçirerek vidaları, aşırı olmamak üzere sıkınız. Duyun üst kısmında bulunan yuvarlaklara oturtunuz ve vidalayınız.
Elektrik Düğmesi
Duvar içinden çekilen hat, tavana faz veya nötr olarak geldikten sonra, faz hattı, duvar içinde tavana ulaşmadan önce butondan geçer. Geliş ve gidiş olarak görünen bu iki kabloya, butonun ayaklarını bağlayarak vidalarını sıkınız. Duvara monte etmek için, priz montajında olduğu gibi dış gövdeyi duvara sıkıca bastırarak, sağ ve sol vidaları sıkınız.
2 – Tevzi Tabloları
2.1 – Sac panolu ana ve tali tablolar:
2.1.1 – Tablolar en az 2 mm. kalanlığında düzgün satıhlı DKP sac levhalardan yapılacaktır. Panoların kenarları bükülecek ve cıvatalarla birbirine bağlanacaktır. Panolar 40 veya 50 lik köşebentten mamul kuvvetli bir çerçeve dahilinde tespit edilecektir. Demir aksam bir kat sülyen, iki kat mat tabanca boyası veya fırın boyası ile boyanacaktır.
2.1.2 – Ana tablo arkasındaki bakım geçidi, ahşap ızgara üzerinde üstü PVC kaplama veya linolyumla örtülü ahşap döşeme ile yapılacaktır. Ana tablo 10 cm. yükseklikte sıvalı bir kaide üzerinde tespit edilecektir. Tablo üstü arka geçitle birlikte 2 mm.’lik sacla kapanacaktır. Bu kapatma sırasında tablo içerisinin havalandırılması dikkate alınmalıdır.
2.1.3 – Ana tablonun arka cephesinde yalnız tevzi çubuk ve balaları, muhtelif iletken bağlantıları ve kablo ucu bağlantıları tesis edilip, sık sık kullanılması icap eden her hangi bir ölçü vs. cihaz ve aletler buraya konulmayacaktır.
2.1.4 – Ana tablolarda gerilim taşıyan çıplak kısımlar tesadüfi dokunmaya karşı muhafaza altına alınacaktır. Yani 42 volttan fazla nominal gerilimde; izolasyon maddesi ile örtülmüş olmayan bütün kısımlar yükseklikleri 180 cm.’den az olduğu takdirde tesadüfi dokunmayı men edecek, sacdan veya tel kafes vesaireden yapılmış bölümlerde emniyet altına alınacaktır. Bu husus için tellerin lâk ile boyanması veya emaye edilmesi, muhafaza tertibatı olarak kabul edilmez. Tablonun arkasındaki bakım geçidi yetkisiz kimselerin girmesine veya dokunmasına karşı kapatılmış ise, gerilim taşıyan çıplak iletkenlerin örtülmesine (hatta bu geçidin 75 cm. olması halinde bile) lüzum yoktur. Bu takdirde, el ile erişilebilen saha dahilinde ahşaptan yapılmış parmaklığa benzer muhafaza tertibatının mevcut olması kâfidir. Bu şartlar işyerine getirilmediği takdirde gerilim taşıyan çıplak kısımlar ile oda hududu arasında en az 1 metrelik bir açıklık bulundurulacaktır. Her iki tarafa gerilim taşıyan çıplak kısımlar mevcut ise ara genişliği en az 2 metreye çıkartılacaktır. Bu takdirde her iki tarafta tesadüfi dokunmaya karşı muhafaza tertibatının alınmasına lüzum yoktur. Tablonun önünde en az 90 cm.’lik boş bir geçit yeri bırakılacaktır. Tablo altında panonun 40 cm.’lik kısmı boş bırakılmalıdır.
2.1.5 – Tablonun arka tarafında bulunan ve akım geçirmeye mahsus olmayan bütün demir aksamı ile tablonun demir iskeleti topraklanacaktır. Toprağa karşı 250 volttan fazla bir gerilimin meydana gelmesini mümkün kılan sistemlerde, iskelet ve çerçevesinin bütün demir kısmının kendi aralarında ve toprak barası ile ve kusursuz olarak bağlantısını ve bu bağlantının devamını temin için özel tertibat alınacaktır. Toprak barası kesiti en az topraklama levhası bağlantı hattı kesiti kadar olmalıdır. Bu hususun temini için montaj bittikten sonra nokta kaynağı veya köprüleme ile uygun yerlerde bağlantı meydana getirmek kâfidir.
2.1.6 – Vida bağlantılarının, özel surette temizlenmiş ve asitsiz vazelin ile iyice yağlanmış temas yüzeylerine malik olması şarttır. Vidalar galvanizli veya paslanmaz madenden olacaktır.
2.1.7 – Tablo içindeki topraklama tertibatı bakır bara ile yapılacak ve toprak iletkeni ile bağlanacaktır. Bükme tel toprak içine konmayacaktır. Ayrıca tablodan izole olarak bir nötr barası tesis edilecektir.
2.1.8 – Topraklama barası müstakil olarak yıldırımlık tesisatında açıklanan toprak elektrotları yardımı ile topraklanacaktır.
2.1.9 – Akım kaynağı merkezi veya hususi transformatörü havi mahdut büyüklükteki tesislerde meselâ fabrikalarda güvenlik iletkeni sistemi mevcut ise tablo topraklaması olarak 30 ohm’dan fazla olmayan bir topraklama direnci kâfidir.
2.1.10 – Sac levhalar istenilen renkte seçilebilir. Fakat hiç bir vakit parlak boya kullanılmayıp daima yalnız mat veya tabanca boyası kullanılmalıdır. Sac levhaların boyanmamış yüzleri çift kat pastan muhafaza boyası ile boyanacaktır, diğer yüzleri renk verilmeden evvel sülyen ile astarlanacaktır.
2.1.11 – Pano adedinin tayininde kolon ve besleme hatlarının adedi, ışık kuvveti ve yedek akım taksimatı ve muhtelif akım sistemleri düşünülecektir. Bilahare yapılacak ilâve ihtimali de göz önünde tutulacaktır. Muhtelif sistemlerin başka başka tablolara taksimi muhakkak surette şart değildir. Eğer yalnızca tablo kullanılıyorsa her sisteme ait kısım açık, kolay görülebilin işaretler vasıtasiyle ayırt edilecek ve bu suretle hataların önüne geçilecektir. Her şalterin veya sigortanın altına beslenilen yeri gösterir madeni etiketler konacaktır.
2.1.12 – Ana tablolarda her panonun belli ölçüleri şunlardır: Genişlik 60-90 cm. toplam yükseklik 210 cm. Bunun alt kısmında 40 cm. kadar bir yer boş kalacaktır. Yerleştirilecek elemanlara göre tablonun derinliği en az 75 cm. kadar olacaktır.
2.1.13 – Eğer ana tablo kilitlenebilen bir yerde tesis edilmemiş ise hiç olmazsa bakım geçidinin giriş kafesli ve kilitlenebilir bir kapı ile muhafaza edilmesi uygun olur.
2.1.14 – 100 amperden büyük şalter ve sigorta bağlantıları kesin olarak baralar ile yapılmalıdır. Tablo arkasında bulunan iletkenler özel kroşeler vasıtasiyle muntazam bir sıra haline getirilecektir. Baralar normal renklerde işaretlenecektir.
2.1.15 – Ana tablonun önden görünüşü; siyah, kırmızı ve mavi renkler fazları, gri renk nötr, beyaz renk toprak olmak üzere bağlantı şeması çizilecek ve çerçevelenerek ana tablo dairesine asılacaktır.
2.1.16 – Ölçü aletleriyle şalter, sinyal lambası vs.’nin seçiminde bunların şekil birliğine ve sac panolara uygun tipte olmalarına dikkat edilecektir. Ölçü aletlerinin çapları en az 130 mm. veya 144×144 mm. olacaktır.
2.1.17 – Birden fazla pano bitişik monte edildiğinde kullanma yeri ne olursa olsun 1 adet 1. pano olup diğerleri ilâve sac pano sayılacaktır.
2.2 – TALİ TABLOLAR:
2.2.1 – Tali tablolar duvar yüzüne veya duvara gömülü olarak monte edilecektir. Tali tabloların boyutları İdarenin tasdik edeceği projeye uygulanacaktır. Her sigorta veya şalterin altında beslenilen yeri gösteren madeni veya plastik etiketler bulunacaktır.
2.2.2 – 60 A.’den fazla yüklü tablolarda, bağlantılar kablolarla şalterden şaltere veya sigortadan sigortaya yapılmayıp bakır baralar vasıtasıyla ayrı ayrı yapılacaktır. Baralar norm renklerle işaretlenecektir. Tali tablolarla bıçaklı şalter kullanılmayacak ve pako şalter tercih edilecektir.
2.2.3 – Tablo çerçeve ve kapaklarının rengi muhitin rengine uygun olacaktır.
2.2.4 – Tali tablolarla linye hatları yanmayan malzemeden izolasyonlu sıra klemensler vasıtasıyla tabloya tutturulacak ve nötr hatları da izole edilmiş bakır bir baraya bağlanacaktır. Tabloya giriş kolonlarının faz iletkenleri sabit klemenslere ve nötr iletkenleri bakır baraya bağlanacaktır. Tali tablolar üzerinde topraklama barası bulunacaktır. Topraklama bağlantısı bulunduğu yerdeki tesisata uygun olarak muhakkak yapılacaktır.
2.3 – Pertinaks, fiber veya benzeri maddelerden yapılmış tali tevzi tablolar:
2.3.1 – Pertinaks, fiber veya benzeri levhaların kalınlığı en az 5 mm. olacaktır.
2.4 – Etanş tevzi tabloları:
2.4.1 – Tesisatı rutubete, toza ve mekanik darbelere karşı korur malzeme ile yapılan mahallerde tablolar dökme demirden veya alüminyumdan ve birbirine eklenecek tipte ve contalı kapakları havi etanş kutulardan yapılacaktır.
2.4.2 – 16 mm²’den daha büyük kesitte bağlantıların kullanılmasını icap ettiren hallerde dağıtım, ayrı kutular dahilinde bakır çubuklar vasıtası ile yapılacaktır.
2.4.3 – Sigortaları, kapak açıldıktan sonra, anahtar ve şalterleri kapak kapalı iken idare etmek mümkün olacaktır.
2.4.4 – Dökme tevzi tablolarında güvenlik hatlarının irtibatı için topraklama baraları ve nötr hatları için izole edilmiş baralar bulunacaktır. Dökme kutular dahilinde bulunan bütün akım taşıyan kısımlar galvanizli veya paslanmaz madenden yapılacaktır.

İç Tesisat
3.1 – Tesisat, Bayındırlık Bakanlığınca 29.12.1954 gün ve 8891 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan İç Tesisat Yönetmeliği ve Teknik Şartnamesi hükümleri dairesinde yapılacaktır. Burada zikredilmeyen hususlar için TSE, DIN, VDE, USE veya benzeri standartların hükümleri esas kabul edilecektir.
3.2 – Sıva altındaki bütün tesisat peşel boru dahilinde yapılacaktır. Ancak yerden 2.50 metreden daha yüksekte döşenen borular PVC de olabilir.
3.3 – Sıva altındaki iniş boruları dik veya yatay olarak döşenecektir. Buatların priz veya anahtar hizasında bulunmasına dikkat edilecektir. Dilatasyon yerlerinde boru geçitleri, boruların serbestçe oynayabilmesi için manşonlu olacak ve mekanik etkilere karşı dayanıklı bir boru ile muhafaza altına alınacaktır.
3.4 – Tozlu veya yangın tehlikesi göseren yerlerde tesisat antigron nevinden kablolar yerine galvanizli gaz borusu içinde plastik izoleli iletkenlerle etanş olarak yapılabilir.
3.5 – Tali tevzi tablolarının merkezi, zeminden 1.60 metre yükseklikte olacaktır. Bu mesafe kontrol mühendisinin müsaadesiyle değiştirilebilir.
3.6 – Bütün ışık sortilerinin boruları kare kaideli kesit piramit şeklinde emprenye edilmiş ahşap takozlarla nihayet bulacaktır. Bu takozların ölçüsü tavan armatürleri için 14×16x3 cm. ve askılı armatürler için 5×8x3 cm. olacaktır. Takozlara giren boruların dik istikametinde takozu kat edecek şekilde ve uçları yukarıya kıvrılmış 6 mm. çapında demir çubuklar takılacaktır. Bu çubuklar S şeklinde askılarla avize veya tijli armatürler asılacaktır. Bu askı tertibatı tijli armatürlerde 25 kg. ve avizeler için en az 50 kg.’a dayanıklı olacaktır.
3.7 – İletkenler, sıva altında yapılacak tesisatın boru döşenmesi ikmal edilip sıva işi tamamlandıktan ve birinci badana tamamen kuruduktan sonra çekilecektir. Bir binada bütün faz iletkenleri aynı renk ve bütün nötr iletkenleri aynı renk, mümkünse gri olacaktır. Bütün aydınlatma sortilerinin çıkış noktalarına, armatürlerle bağlantılarını teminine yarayan birer lüstr klemens konacaktır.
3.8 – Aynı oda veya koridorda bulunan buatların aynı seviyede olmalarına dikkat edilecektir. Tesisat tamamlandıktan sonra sıva dışına taşmış veya çukurda kalmış yahut çarpık konmuş bir buat görülürse masraf yüklenicisine ait olmak üzere düzelttirilecektir.

26 Mart 2013 Salı

Dünyanın şekline bağlı sonuçlar


* Dünya’nın geoit şekli nedeniyle, yerçekimi Ekvator’dan kutuplara doğru artar. Dünya, geoit değil de küre şeklinde olsaydı, yerçekimi Dünya’nın her yerinde aynı olurdu.
* Dünya’nın geoit şekli nedeniyle Ekvator diğer paralellerden ve meridyenlerden daha uzundur. Dünya küre şeklinde olsaydı, Ekvator çevresi (kutupları çevreleyen iki meridyenin uzunluğu) birbirine eşit olurdu.
* Ekvator çevresi =40.077 km
* Kutuplar çevresi=40.009 km
* Dünya’nın küreselliği nedeniyle, ekseni çevresindeki dönüş hızı Ekvator’dan kutuplara doğru azalır. Ekvator üzerindeki noktalar saatte 1666,6 km yol katederken, Kutup Noktaları’nda alınan yol sıfır km olduğu için, eksen çevresindeki dönüş hızı 0 km/saat’tir.
* Dünya’nın küreselliği nedeniyle Kutup Noktaları’nda birleşen meridyen yaylarının uzunluğu birbirine eşittir. Bir kutuptan diğerine uzanan bir meridyen yayının uzunluğu yaklaşık 20.005 km’dir.

* Dünya’nın küreselliği nedeniyle meridyenler arası uzaklık, Ekvator’dan kutuplara doğru azalır ve meridyenler Kutup Noktaları’nda birleşirler.
* Birbirini izleyen iki meridyen arası uzaklık Ekvator üzerinde 111.322 m iken (pratikte bu uzunluk 111 km kabul edilmiştir), 45. paraleller üzerinde 78.850 m, 90. paralellerde (Kutup Noktaları) 0 m’dir.
* Dünya’nın küreselliği nedeniyle, paralellerin uzunluğu Ekvator’dan kutuplara doğru küçülür. Ekvator en uzun paraleldir. Kutuplarda ise paraleller nokta halini alır.
* Dünya’nın küreselliği nedeniyle aydınlık ve karanlık yarıküreler oluşur. Böylece yeryüzünün bir yarısı gündüzken, diğer yarısında gece yaşanır.
* Dünya’nın küreselliği nedeniyle 21 Mart ve 23 Eylül’de Ekvator’dan kutuplara doğru Güneş ışınlarının yere değme açısı daralır. Bu tarihlerde Ekvator Güneş ışınlarını dik açı ile alır. Bu nedenle yatay düzleme dik duran cisimlerin gölgesi oluşmaz. Kutuplara doğru güneş ışınlarının yere değme açısı daraldığı için cisimlerin gölge boyu uzar.
* Dünya’nın küreselliği nedeniyle güneş ışınlarını yıl boyunca dik ve dike yakın açı ile alan Ekvator’un güneşten aldığı ısı enerjisi daha fazladır. Kutuplara doğru ışınların gelme açısının daralması nedeniyle alınan ısı enerjisi azalır.
* Dünya’nın küreselliği nedeniyle yerden yükseldikçe görülebilen alan genişler.
* Dünya’nın küreselliği nedeniyle termik basınç kuşakları oluşur.

Deniz ve kıyı kirliliği


Deniz kirliliği çevre kirliliğinin bir parçasıdır. Denizlerin dezavantajı, kara, nehir, göl, atmosfer gibi ortamlara atılan hemen hemen her tür kirleticinin bir şekilde denizlerde sonlanmasıdır. Malzeme üretim ve kullanımı ile enerji üretimi sonucu denizlere binlerce madde girmektedir. Bunların bir kısmı içlerinde klorür bulunduran pestisidler yapay radyoaktif maddeler, gibi insan yapısı olup denizlere tamamen yabancıdır. Diğer kısmı ise, denizlerde doğal olarak bulunan maddeler olmasına. karşın, kurşun örneğinde olduğu gibi girdi fazlalığı sebebiyle doğal dengeleri bozulmaktadır.
Denizlere bırakılan maddelerin dolaylı ve dolaysız etkileri, insan dahil, canlıların ölümü ile sonuçlanabilmektedir. Deniz içinde bulunan canlı cansız bir çok öğeden oluşan eko sistemde üretici, tüketici, çürütücü, canlıların faaliyetleri çevrenin fiziksel ve kimyasal özelliklerinden etkilenirler. Bunlar çevredeki değişimlere uyacak önlemler alırlar. Bu çerçevede çok büyük ve köklü değişme ve bozulmaların önlenmesi için, doğa kendi kendine bir dizi savunma mekanizması geliştirmiştir.
Denizlerde bu savunma ve kendini yenileme, temizleme mekanizması çok güçlüdür. Fakat doğal dengenin insan eliyle bozulduğu savunma mekanizmasının yetersiz ve güçsüz kaldığı bölgelerde deniz ve kıyı kirliliği karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye’nin deniz kıyılarının uzunluğu, 8300 km’den fazladır. Deniz kaynaklan ise, ilerisi için ümit vericidir. Mesela: Protein gereksiniminin karşılanmasında önemli yeri olan balık üretimi, yılda ortalama 511.526 ton olup, % 86″ı Karadeniz’dendir. Ülke beslenmesinde ve deniz taşımacılığında çok önemli yeri olan Akdeniz, Ege, Marmara ve Karadeniz’in insan faaliyetlerinden çok fazla etkilenmiş olmalarının sebepleri:
1- Kapalı deniz olmaları,
2- Medeniyetin ilk geliştiği bölgede bulunmalarıdır.
Kapalı deniz olmaları, su yenilenme zamanının uzun olmasına ve dolayısı ile denize giren atıkların ortamda uzun süre kalmasına sebep olmaktadır. Medeniyetin erken gelişmesi, denizleri çevreleyen ülkelerde doğal çevrenin erken bozulmasına ve denizlerin erken kirlenmesine sebep olmaktadır. Nitekim, tarım ve madenciliğin Akdeniz kıyılarında, tarih boyunca varlığı, ormanları yok etmiş ve ayrıca metal kirlenmesini ön plana çıkarmıştır. Yakın tarihte ise sanayi ve turizmdeki gelişmeler, Akdeniz’in kirlenmesini daha da kritik bir boyuta ulaştırmıştır.
Sanayi, deniz taşımacılığı, şehirleşme ve turizmin gerekli kurallara uyulmadan yapılması, kıyılarımızda ve özellikle körfezlerde onarılması imkansız zararlara yol açmıştır.
Akdeniz’de: İskenderun Körfezi, Ege’de İzmir körfezi, Marmara’da hemen hemen tüm körfezler, Karadeniz’de Trabzon limanı ve çevresi aşın kirliliğe örnek verilebilir. İstanbul’da Haliç kirlendikten sonra temizlenmesi için harcana para, insan gücü ve diğer giderlerin bedeli çok büyüktür ve bütün gayret ve masraflara rağmen Haliç, hiçbir zaman I5. Yüzyıldaki doğasına döndürülemeyecektir. Bu gelişmelerin başlıca sebepleri, Türkiye’yi çevreleyen denizlerin birikim niteliklerinden kaynaklanmaktadır.
Türkiye’yi çevreleyen denizlerin her biri diğerinden az veya çok ayrılmış durumdadırlar. Karadeniz ile Marmara Denizi arasıdaki bağlantı, İstanbul Boğazı ve bu boğazın iki ucunda bulunan, 36 m ve 56 m derinlikte yer alan eşiklerle büyük çapta kısıtlanmıştır. Marmara denizi ile Ege denizi arasında ise, dar ve sığ Çanakkale Boğazı sözü edilen kısıtlamayı meydana getirmiştir. Ege denizi üzerinde Girit, Rodos ve diğer bazı Ege adalarının yer aldığı Anadolu ile Mora Yarım adaları arasında uzanan bir eşikle Akdeniz’in diğer bölümlerinden ayrılmaktadır. Akdeniz ise, Atlas okyanusundan dar ve sığ Cebelitarık Boğazı ile, Hint Okyanusundan da insan yapısı Süveyş Kanalı sığlıkları ile ayrılmaktadır.
Bu kısıtlanmalar, denizler arasındaki su alışverişini geniş çapta etkilediğinden, bu kesimlere boşaltılan atıkların seyreltilmesi ve uzaklaştırılması imkanlarını da sınırlamış olmaktadır. Bu kısıtlanmanın yarattığı diğer bir etkide su kütleleri arasındaki düşey karışımın belirli bir derinlikten sonra durmasıdır. Bu dunun da kirleticilerin bir bölümünün belirli tabakalarda kalmasına ve birikimin giderek artmasına neden olmaktadır.
KIYI KENTLERİMİZİN SORUNLARI
Kıyı; deniz, tabii sunu göl ve akarsularda taşkın durumları dışında, suyun karaya değdiği noktadan sonraki kara yönünde su hareketlerini oluştuğu kumluk, çakıllık, kayalık, taşlık, sazlık, bataklık vb. alanlardır.
Karadeniz, Marmara ve Akdeniz tarafından sanlı olan Anadolu Yarımadası, Asya kıtasından batıya doğru bir burun gibi uzanır. Bu yarımadayı binlerce kilometre uzunlukta bir kıyı şeridi çevreler 8.333 km’lik toplam kıyı şeridi uzunluğu ile Türkiye Avrupa ülkelinin içinde en uzun kıyı şeridi sahip ülkelerden biridir. Bunun 6,480 km’sini Anadolu Kıyısı, 786 km’sini Trakya Kıyısı, 1,067 km’sini Adalar Kıyısı oluşturur.
Kıyıları Kirleten Faaliyetler
1) Kıyı bölgelerinde nüfus artışının yarattığı plansız kentleşme
2) Turizmin hızlı gelişmesi sonucu doğal ve tarihsel alanların korunamaması,
3) Kıyı alanlarında yer alan faaliyetlerin teknik altyapı ve sosyal altyapı yetersizlikleri,
4) Kentleşmenin etkin bir biçimde kontrol altına alınamaması ve çevreyi korumak amacıyla yeterli kentsel hizmet ve altyapı sağlanamaması,
5) Hızlı ve düzensiz kentleşme sonucunda plansız kentsel alanlar, doğal değere sahip alanlar üzerinde dağınık yapılaşmalar, doğal alanların tahribi, görünüm bozulması ve su kaynaklan üzerinde aşın talep,
6) Atık suların kıyılara deşarj edilmesinin kıyıların rekreasyon amaçlı kullanım değerini düşürmesi.
7) Deniz sularının kirlenmesi neticesinde deniz canlılarının yok olması ve ekolojik bütünlüğün bozulması,
8) Kumsal boyunca dolgu yapılarak konut ve turistik tesislerin inşa edilmesi,
9) Mevcut kanalizasyon tesislerin yeterli seviyeye getirilmemesi, deşarj noktasından önce gerekli arıtımın yapılmaması ve talebin mevcut kapasiteyi aşması,
10) Uluslararası taşımacılık yapan gemilerin yarattığı kirlilik,
11) Balıkçılık ve balık çiftliklerinden kaynaklanan kirlilik,
12) Su kaynağı, teknelerin motor gürültüleri, araçların gürültüleri gibi aktivitelerden kaynaklanan gürültü kirliliği,
13) Petrol çıkarımı, dip taraması, maden işletilmesi, sintine ve balast sularının denize boşaltımı gibi deniz aktivitelerinden kaynaklanan kirliliklerdir.
Kıyıların Çevre Sorunlarına Çözüm Önerileri
Yukarıda sayılan kirlilik faaliyetlerinin önlenebilmesi için gerekli çözüm önerileri ise;
1) Mevcut kanunlardaki çakışmalar ve çelişkiler gözden geçirilmeli ve kıyı alanları yönetimi programında yetki ve sorumluluk kargaşası ortadan kaldırılmıştır.
2) Kıyı alanlarının planlama anlayışı değiştirilmeli, merkez, bölge ve yerel düzeylerde görev-yetki paylaşımı yeniden tasarlanmalıdır.
3) Hem belediye imar planlaması, hem de alt yapı oluşumunun kentsel büyümeyle uyum sağlayacak şekilde planlanması ve denetlenmesi gereklidir.
4) Turistik yörelerdeki inşaat ve yapı ruhsat harçları yükseltilerek, Belediyelere ek gelir oluşturulmalıdır. Böylece kıyı alanlarının hızlı yapılaşmasına kısıtlama getirilmiş olur.
5) Kıyı boyunca yer alan plajların su kalitesini izlemeye yönelik düzenli bir program oluşturulmalıdır. Plajlar kirlilik derecelerine göre sıralanmalı ve sonuçlar yayınlanmalıdır.
6) Kıyı bölgelerinde yaşayan bozulma sürecinin halk sağlığı ve çevre üzerinde yaratacağı tehditlere ilişkin kamuoyunun bilinçlendirilmesini sağlamaya yönelik acil ve pratik önlemler alınmalıdır.
7) Kıyı alanlarının doğal ve yapılı çevresinin tüm değerlerini ve özelliklerini ortaya koyan bir kıyı bilgi bankası kurularak, veri tabanı oluşturulmalı, gelecekteki yönetim kararlarına esas oluşturacak bilgileri sağlayacak Kıyı Kaynak Envanteri çıkarılmalıdır.
8) Devlet bütçesinden belediyelere verilmekte olan payların dağıtımında, kıyılardaki ve turistik yörelerdeki belediyeler, daha büyük pay sahibi olmalıdır.
9) Kıyı yerleşmelerinde, kirletenlerden ek vergi alınmalıdır.
10) Kitle iletişim araçlarından yararlanarak kıyı alanlarının korunması doğrultusunda eğitim ve tanıtım çalışmaları yapılmalıdır.
11) Kıyıya paralel yani kıyılan tümüyle kapatan yapılaşma biçimi değiştirilerek, kıyıya dik gelişen ve doğa ile bütünleşen yapılaşma hedeflenmelidir.
12) Sahil kesimlerini ve deniz çevresini asit yağmuru tehlikesinden korumak amacıyla, bu kesimi olumsuz yönde etkileyen hava kirlenmesinin büyük ölçüde azaltılması için gerekli tedbirler alınmalıdır.
13) Nesli tükenmekte olan deniz türlerinin balık, kabuklu deniz canlıları ve diğer deniz yaşamım kapsayan deniz kaynaklarının korunmasına önem verilmelidir.
14) Ulusal ve bölgesel turizm politikaları, çevrenin taşıma kapasitesi ve koruma politikaları ile eşgüdüm içinde olmalıdır.
15) Sürdürülebilir turizm için gerekli altyapı, doğal kaynakların fiyatlandırılması, atıkların vergilendirilmesi ve turistik vergiler gibi araçlardan sağlanacak finansmanla yapılmalıdır.
16) Kıyı kaynaklarının aşırı kullanımının önlenebilmesi amacıyla endüstri, enerji, tarım vb. faaliyetler için ulusal gelişim politikalarının entegrasyonu sağlanmalıdır.
Bütün yukarıda sıralanan önerileri içine alan planlama yönetimine Kıyı Alanları Yönetimi adı verilmektedir. Uygun çözümün geliştirilmesi için Kıyı Alanları Yönetimi planının yapılmasına gerek vardır.

Kıyı Sorunlarının Uluslararası Boyutu
Kıyı bölgelerindeki problemler ulusal boyutta önemli olduğu kadar uluslararası boyutta da önemlidir. Çoğu ülke bu problemleri uluslararası orta.k bir çaba olmadan çözeceğinden endişe duymaktadır.
İklimsel değişiklikler sonucu deniz seviyesinin yükseleceği uluslararası temel bir problemdir. Bu çerçevede II. Dünya İklim Konferansı’nda açıklanan “business as usual” senaryosunun gerçekleşmesi halinde günümüzden 2025 2050 yıllan arasında atmosferdeki ikiye katlanan C02 nin etkisi küresel ortala.ma sıcaklıkta 1.5°C ile 4-5°C ve 205′de 0,3-0,5 m. 2100′de ise 1 m kadar deniz seviyesinin yükselmesine sebep olacaktır.
Uluslararası İklimsel Değişiklikler Paneli’nde (IPCC) (1990) belirtildiği gibi deniz seviyesi yerel jeolojik hareketlerin neden olduğu bölgesel değişikliklerle her 50 yılda ortalama 6 cm yükselmektedir.
Deniz seviyesinin yükselmesinin etkileri, deniz seviyesinin altındaki alanların ve sulak alanların su altında kalması kıyı erozyonunun artması kıyıların sellere karşı savunmasızlığının artması, kıyıların bütünlüğünün tehdit altında kalması, ırmakların, nehirlerin ve yer altı sularının tuzluluğunun artması olarak özetlenebilir. Kıyı ekosistemlerindeki olası değişiklikler kuşların veya yavru balıkların yaşam ortamların yok olması, körfezlerdeki balıkların yemlerini sağladıkları organik materyallerin üremesinde azalmalara neden olacaktır.
Deniz seviyesindeki çok hızlı ve ani değişiklikler kıyı eko sistemlerini yok edebilecek veya zarar verebilecektir. Bu da mercan kayalıklarının sular altında kalması, biyolojik çeşitlilikteki azalmalar, ekonomik ve kültürel değerleri olan birçok türün yaşam döngüsünün zarar görmesine neden olacaktır.
Deniz seviyesinin yükselmesinin en önemli sosyo-ekonomik etkisi yoğun kullanımı ve yoğun nüfusa sahip kıyı düzlüklerinin su altında kalmasıdır. Örneğin Mısır’da deniz seviyesinin 1 m. yükselmesi Mısır’ın verimli topraklarının %12 – %15′inin sular altında kalmasına neden olacaktır. Bangladeş’te bu oran % 14′ dür.
Kıyı ülkelerindeki bir diğer sorun da ulusal sınırlan aşan kirliliktir. Uluslararası sular gittikçe kirlenmekte ve kalitesi düşmektedir. Bu kirliliğin sebeplerinden biri de uluslararası taşımacılık yapan gemilerin yarattığı kirliliktir. Bu tür kirlilikten en çok etkilenen ülkeler Avustralya, Finlandiya, Almanya, Hollanda, Norveç ve İsveç şeklinde sıralanabilir.
Uluslararası turizm özellikle İspanya ve İtalya’da bazı çevresel problemler yaratmaktadır. Uluslararası ticarette genişletilmiş liman aktivitelerine ihtiyaç duyulmakta; bunun sonucunda da kıyı bölgeleri zarar görmektedir. Okyanuslarda petrol araştırma ve işleme faaliyetleri de çoğunlukla olumsuz çevresel etkiler ve tehlikeler yaratmaktadır.

Aile nedir?


Aile denince genellikle aynı evde oturan anne baba ve evlenmemiş çoçuk gelir. oysa ailenin tanımı bundan daha geniştir.
”Aile’’sözcüğü günlük dilde çok değişik grupları tanımlamak için kullanılr.Örn,”Hasan iyi bir aile reisidir” dendiğinde,hasanın sorumlu bir baba ve koca olduğuanlaşılır.oysa birisi ”benim ailem adanadan gelmiştir” dediği zaman annesiyle babasının,hatta dedelerinin bile adanada yaşadığını söylemek istiyor.
Bir başkası” bu bir aile toplantısıdır” dediğinde,o toplantıda yalnızca akrabaların,sözgelimi amcaların,teyzelerin ve evlilik bağıyla katılmış kişilerin bulunacağı anlaşılır.Sözcüğün yüklendiği bu anlamlarda bile ”aile” kavramı her zaman evliliğe ya da ortak atalara dayalı ilişkileri kapsar.
GENİŞ AİLEDEN ÇEKİRDEK AİLEYE
Çağdaş toplumlarda,yeni evlenen çiftler genellikle baba evinden ayrılarak kendilerine yeni bir ev kurarlarOysa bundan 100,200 yıl önce yeni evlilerin damadın yada gelinin ailesı ile oturması köklü bir gelenekti.Böylece anne baba kızlar damadlar ogullar gelinler torunlar ın aynı çatı altında yaşadığı !!GENİŞ AİLE!! oluşuyordu.Tarıma dayalı geleneksel yapısını koruyan pekçok toplumda bu gelenek bugünde sürmektedir.

Bu toplumlarda ailedeki çoçuklardan biri genelliklede en büyük oğul evlendiği zaman baba evinden ayrılmaz ve çiftliğin sorumluluğunu babsindan devralır.Böylece,öbür çoçuklar evlenerek aileden uzaklaşsalar bile çiftlik işlerinde babaya,ev işlerinde anneye yardımcı olarak bir oğul ve gelin herzaman ailenin yanında kalmış olur.Üstelik ailenin ortak malı olan toprağın elbirliği ile işlenmesi hem bedava işgücü sağlar hem de aile bireylerini başka bir geçim kaynağı arama zahmetinden kurtarır.
Bu tür geniş ailelerde evli çoçuklar ve onların eşleri genellikle büyük ana babanın otoritesi altındadır ve aile içinde alınacak kararlarda son sözü çoğu kez yaşlı baba söyler.Bütün ailenin bakım ve ilgisi ile büyüyen çoçukların yetiştırmesinde de genellikle büyükannenin sözü geçer.
Sanayileşmış çağdaş toplumlarda,özellikle kentlerde geniş aileler yerini ”Çekirdek Aileler”e bırakmıştır.Çekirdek aile anna,baba ve evlenmemiş çoçuklardan oluşan toplumsal birimdir.Yalnız bırey sayısıyla değil yapısıyla da geniş aileden çok farklı olan çekirdek ailelerin doğuşu,kentlerdeki yaşam ve üretim koşullarına bağlanabilr.Kırsal kesimde çoğu kez bütün bireylerin birlikte çalışıp birlikte ürettikleri ekonomik bir birim olan aile kentlerde bu özelliğini yitirir.
Üretimin aile dışında yapılması,aile bireylerinin ev dışında çalışarak bağımsızlaşmasını sağlar.Geniş katı alt_üst ilişkileri de çekirdek ailede eşitlikçi ilişkilere dönüşür.Çoçukların bilgi ve beceri edinmeleri,aile bireyin geleceğinin güvencesi olmaktan çıkar.
Meslek bilgilerinin genellikle aile büyüklerinden öğrenildiği eski dönemlere ve tarımsal kesime oranla,kentlerde çoçuklar toplumsal yaşama daha ıleri yaşlarda katılr.Sanayileşme öncesi yy larda çoçuğun eğitim süresi daha kısa işe başlama yaşi daha küçüktü.Oysa çağdaş uygarlık düzeyinin nitelikli işgücünü zorunlu kılması çoçuğun eğitim dönemini uzatmıştır.Bu nedenle çoçuklar geçimlerini sağlayabilicek yaşa gelinceye kadar aileleriyle yaşar.Ve evlendiklerinde başka bir eve yerleşerek yeni çekirdek aileyi oluştururlar.
AİLE VE EVLİLİK
Birçok toplumda ailenin temeli evlilikle atılır.Hemen hemen bütün ülkelerde ailenin kurulması ve aile birliğinin bozulması gelenek ve törelere bırakılmayıp yasalarla düzenlenmiştir.
Bugün birçok ülkede evlilikler tek eşlidir.Evlilik bağı yalnızca bir erkek ile bir kadın arasında kurulabilir.Oysa bazı ülkelerde bir erkek birden çok kadınla evlenebilir.”POLİGAMİ” denen bu evlilikte,aynı evin içinde her kadının kendi çoçuklarıyla birlikte oturduğu ayrı birimler oluşur.Bu gelenek bazı asya ve afrika ülkelerinde özellikle zenginler arasında yaygındır.Buna karşılık bazı toplumlarda örn;Hindistandaki todalar ve nayarlar arasında kadınların birden çok erkekle evlenmesi olağandır.Buna ”poliandri” denir.
Eski türk toplumları aile kurumuna büyük önem vermiştir.Tek eşli evlilik temeline dayanan ailelerde kadın ile erkek arasinda eşitlik gözetilirdi.Türklerin islam dinini benimsemesinden sonra,ailenin yapısıda bu dinin kurallarına göre yeniden biçimlendi.Bu aile yapısında erkeğe mutlak bir egemenlik tanındı ve 4 kadınla evlenebilme hakkı verildi.
Bu gelenek Cumhuriyet yönetimiyle sona ermiş ve 1926′da kabul edilen medeni kanun,tek eşli evliliğe dayanan aile yapısını yasallaştırmıştır.
Türkiyenin kırsal kesimlerinde geleneksel geniş aile tipi yaygındır.Bununla birlikte son 30 yıldır özellikte içgöçler ve kentleşme nedeniyle geniş aileler parçalanarak yerlerini çekirdek ailelere bırakmaktadır.
BOŞANMA VE AİLE
Çağdaş toplumun getirdiği sorunlar çoğu kez aile yaşamında gerilimlere yol açmaktadır.Ana babaların çoçuklarına sevgiyle yaklaşırken disiplinide eksik etmemeleri,beslenme,sağlık ve eğitim gibi bütün temel gereksinimlerini karşılamaları ve onlara her yönden destek olmaları bekleniyor.Ne var ki hem evde hem iş yaşamında birçok sorunu göğüslemek zorunda kalan anne ve babalar için bunca sorumluluk bazen ağır bir yüke dönüşebilir.İnsanları bu yükün yarattığı aşırı gerginlikten kurtarmak amacıyla zaman zaman bazı toplumlarda geleneksel aile biçimi yerine yeni seçenekler arandı.
Ama çoçuk yetiştirme sorumluluğunu devletin üstlenmesi ya da çekirdek aileler yerine toplu yaşamı seçerek çoçukların elbirliliğiyle büyütülmesi gibi denemeler umulduğu gibi başarılı olamadı.İnsanlar ortak bir amaç çevresinde sevgi bağı ile kurulmuş aile ve evlilik kurumundan bütün güçlüklerine karşın kolayca vazgeçmediler.Çağdaş insanların seçimi de aile bağlarını korumak ve çoçuklarını kendi eliyle yetiştirmek oldu.

Ne var ki gelişmiş ülkelerde boşanma oranının giderek artması çağdaş ailenin de başarılı olmadığı görüşünü yaygınlaştırıyor.Dünyanın birçok yerinde ana babalarının ayrılmasından etkilenen çoçukların sayısı sürekli artmaktadır.Boşanma sonucunda çoçukların bakımı anneye ya da babaya bırakıldığı için son yıllarda anne çoçuk ya da baba_çoçuktan oluşan yeni bir aile tipi oluşmaktadır.
Bu beraberlik boşanma anından başlayıp çoçuğa bakan annenin ya da babanın yeniden evlenmesine sürecek olan bir ilişkidir.Boşanmanın insanları evlenmekten caydırmadığı da bir gerçek tir.Boşananların çoğu genellikle kendileri gibi boşanmış kişilerle yeniden evlenmeyi seçiyorlar.Ama kadının ve erkeğin ilk evliliklerinden olan çoçuklarına ikinci evlilikten ”yeni” çoçukların eklenmesiyle aile içi ilişkiler iyiden iyiye karmaşıklaşmaktadır.

Lüksemburg Müzesi


Lüksemburg Müzesi , Paris, Fransa’da bulunan sanat müzesi. Lüksemburg Sarayı’nın (Palais du Luxembourg) yan tarafında yer almaktadır. Müzede uzun yıllar boyunca on dokuzuncu yüzyıl tablo ve heykellerinin sergilendi. 1986 yılında, Orsay Müzesi’nin açılmasıyla koleksiyonunun büyük bir kısmı oraya taşındı. Fransız Kültür Bakanlığı ve Fransız Senatosu’nun mekanda geçici sergiler düzenlemeye devam etmektedir. Şu anda kuruluş, Fransız Senatosu tarafından yönetilmektedir.
Müzenin tarihi 1750′ye dayanmaktadır. O dönemde Avrupa’da açılmış ilk çağdaş sanat müzesi olmasının yanı sıra Fransa’da halka açık ilk sanat müzesiydi.

Tarihi
Lüksemburg, Louvre Müzesi’nin kurulmasından yaklaşık elli sene önce açılmış, halka açık ilk sanat müzesiydi. 14 Ekim 1750 tarihinde, Lüksemburg Sarayı’nın doğu kanadındaki Marie de Medici galerisinin bir bölümü olarak açıldı. İlk olarak kraliyet sanat koleksiyonunun parçalarından oluşan koleksiyon yabancı ziyaretçilerin de çok ilgisini çekiyordu. O günlerde müzede eserleri sergilenen ressamlar arasında Leonardo da Vinci, Titian, Raphael, Rembrandt, Anthony van Dyck, Claude Lorrain gibi isimler vardı. Ayrıca, artık Louvre Müzesi’nde sergilenen Marie de Medici’nin Rubens’e ısmarladığı büyük boyutlardaki biyografik seri de doğu kanadındaydı. 1780 yılında, ilerinin XVIII. Louis’i tarafından galeri kapatıldı.

Müze, 1803 yılında, Napolyon Bonapart’ın çalışmalarını takdir etmesi sebebiyle senatör olarak atadığı ressam Joseph-Marie Vien’in çabalarıyla yeniden kapılarını açtı. 1815 yılına kadar süren bu dönemde, Rubens’ler eski yerlerinde sergilenmeye başlandı. Ayrıca, koleksiyon Nicolas Poussin, Simon Vouet, Jacques-Louis David gibi eski ustaların eserleriyle zenginleştirildi. Müze, sarayın doğu kanadından üç oda daha alarak genişledi. Fakat, daha sonra koleksiyonun büyük bir kısmı Louvre Müzesi’ne taşındı ve Lüksemburg Müzesi’nin varlığının gerekliliği tartışılmaya başlandı.
11 Nisan 1818′de, müzede “Yaşayan Sanatçılar Müzesi” galerisi açıldı ve David, Girodet, Ingres ve Eugène Delacroix gibi dönemin ünlü ressamlarının çalışmaları sergilenmeye başlandı. Uzun yıllar boyunca çağdaş resimler sergilenmeye devam etti. 1986 yılında Orsay Müzesi’nin kurulmasıyla koleksiyonu bu seferde o müzeye taşınınca, geçici sergilere ev sahipliği yapan bir galeri haline geldi.

Hidroelektrik santralleri


Hidroelektrik santralı, barajda biriken su Yerçekimi Potansiyel Enerjisi içermektedir. Su, belli bir yükseklikten düşerken, enerjinin dönüşümü prensibine göre Yerçekimi Potansiyel Enerjisi önce kinetik enerji (mekanik enerji) ye daha sonra da Türbin çarkına bağlı jeneratör motorunun dönmesi vasıtasıyla Potansiyel elektrik Enerjisi ne dönüşür. Fizik ten hatırlıyalım, 1 kg lık bir kütle, 1 m yükseklikten düştüğünde ;
W (kg m²/sn²=N-m=joule)= m(kg)*g( m/sn²)*h(m)= 9.8 N-m lik iş yapılmış olur.
Net düşüsü 100 m olan bir barajda 1 ton suyun yaptığı iş;
W= 1000*9.8*100= 980 000 N-m=980 000 joule(j) dür.
Su düşüşü veya hidrolik düşüş
Birbiri ile irtibatı bulunan iki su seviyesi arasındaki kot farkına denir. Bir Hidroelektrik Santralda düşü ise üst su seviyesi ile çıkış su seviyesi arasındaki yükseklik farkıdır. Cebri borular ve diğer yerlerdeki kayıplar göz önüne alınmazsa bu mesafeye net hidrolik düşü diyebiliriz.

Yukarıdaki örneği devam ettirirsek; 1 kWh= 3.600.000 j olduğundan, 1 ton suyun yaptığı iş ;
980 000/3 600 000= 0.27 kWh olacaktır.
Tersten okursak;
1 kWh enerji için, 3.600.000/980.000=3,67 m³ su harcamak gerekir.
1 kWh enerji için harcanan su miktarına Özgül Su Sarfiyatı denir. Net düşü ile ilgilidir. Baraj su seviyesi düştükçe Özgül Su Sarfiyatı yükselir. Yani aynı enerji için daha çok su harcanır.
Özgül Su Sarfiyatının hesabı
İş= m*g*h = Q*1000*9.8*h/3600000 (kWh) olduğuna göre;

Hidroelektrik santralın gücü
Yukarıdaki örnekte anlatılan işi 1 sn içinde yaptıran 980 000 N-m/sn lik güç tür. 1 N-m/sn = 1 watt olduğundan, eşdeğeri 980 kW lık güçtür.
Yapılan işin, yükseklik (net düşü) ve türbin çarkından geçen suyun kütlesi ile ,kütlenin de suyun debisi(Q m³/sn) ile doğru orantılı , ayrıca Güç=iş/zaman olduğu bilindiğine göre, sürtünme kayıplarınıda göz önünde tutarak formüle edersek;

olarak bulunur.
Hidroelektrik santral çeşitleri
Hidroelektrik santrallar, kaynağına göre, rezervuarlı ve kanal tipi olarak tesis edilebilirler.
* Rezervuarlı santrallarda öncelikle bir baraj yapılacağından suyun kullanımı enerji gereksinimine göre ayarlanabileceğinden verimleri yüksektir.
* Kanal tipi santrallar, rezervuarlılara göre daha ucuza mal olmalarına karşın su biriktirme olanağı olmadığından gelen su debisine göre çalışmak zorundadırlar.
Hidroelektrik santralların ana bölümleri
Bir hidroelektrik santral binlerce parçadan meydana gelir. Ana bölümleri şunlardır:
1. Su kaynağı yapısı
Rezervuarlı santrallarda baraj, kanal tipi santrallarda ise bir tünel ya da açık kanaldır.
2. Su alma ağzı yapısı
Cebri boruya suyun giriş kısmıdır. Izgaralar, kapak ve kapak açma-kapama mekanizmalarından oluşur. Rezervuarlı santrallarda su girişi, yüzen cisimlerin borulara girmemesi için baraj gövdesinin orta kotlarında yapılırlar.
3. Cebri (basınçlı) borular
Su alma ağzı ile santral arasında, ölçüleri debi ve düşü ye göre hesaplanan kalın etli büyük çaplı çelik borulardır. Santralın jeolojik yapısına göre gömülü oldukları gibi, görünür olanlarıda vardır. Türbin çarkını çeviren suyun geçişine olanak sağlar.
4. Salyangoz (spiral)
Cebri boru sonuna monte edilen, salyangoz biçimindeki basınçlı su haznesi, suyun çarka çevresel olarak ve her bir noktadan eşit debide girmesini sağlar. Çevresel olarak sabit kanatçıkları suya yön verir, açılıp-kapanabilir kanatçıkları ise çarka verilen suyun debisini ayarlar. Çoğu santralda, cebri boru ile salyangoz birleşme noktasında kelebek ya da küresel tabir edilen, hidrolik basınç ile çalışan, cebri boru çapına uygun vanalar bulunur. Bazı santrallarda bu vana tesis edilmeyebilir.
5. Türbin
Türbin çarkı, türbin şaftı, türbin kapağı, hız regülatör sistemi, basınçlı yağ sistemi, türbin yatağı, soğutma sistemi, kumanda panosu ve yardımcı teçhizattan oluşur. Türbin şaftı, suyun kanatlarına çarparak döndürdüğü türbin çarkı ile generatör rotoru arasında akuple olup generatör rotorunun dönmesini sağlar. Türkiyede bu türbinleri TEMSAN yapar. Temsan devlet kuruluşudur.
6. Jeneratör
Generatör rotoru, statoru, yatağı, ikaz(uyartım), soğutma sistemi, koruma sistemi, kumanda ve işletim sistemi, doğru akım sistemi, kesici ve ayırıcılar ile yardımcı organlardan oluşur. Rotor, çok güçlü tesis edilmiş yatak üzerinde sabit hızla döner. Dönü sayısı, frekans ve kutup sayısı ile doğru orantılıdır. Enerji stator sargılarından alınır.
7. Transformatörler
Gerilimi yükseltme ya da alçaltma işlevini üstlenmişlerdir. Tek fazlı, üç fazlı olabilirler. Her üniteye bir transformatör olabileceği gibi birden fazla üniteye bir transformatörde olabilir. Ana gövde, soğutma sistemi, yangın sistemi, koruma sistemi bölümlerinden oluşur.
8. Şalt alanı
Transformatörlerden çıkan yüksek gerilim enerjinin iletim hatlarına bağlantı noktasıdır. Kesiciler, ayırıcılar, topraklama sistemi, koruma sistemi, basınç sistemi, ölçü sistemi, iletim hatları üzerinden haberleşme sistemi kısımları vardır.
9. Diğer teçhizat
Ana teçhizatlardan ayrı olarak; ısıtma havalandırma sistemleri, aydınlatma sistemleri, doğru akım acil enerji, alternatif akım acil enerji (diesel generator) sistemleri, sızıntı toplama havuzları, besleme pompaları, drenaj boşaltma pompaları, haberleşme sistemleri, kompresör ve tanklar gibi basıçlı hava sistemleri, yangın koruma ve söndürme sistemleri, bakım, onarım ve küçük imalat atelyeleri, montaj demontaj sahaları, vinçler, krenler gibi taşıma, kaldırma sistemleri, arıtma sistemleri, ilk yardım bölümü, batardo kapakları,labaratuarlar vb bölümlerdir.
Hidrolik Santrallar su değirmeni çalıştırma ilkesine dayandığından Türbin Çarkına çarpan su türbin şaftını döndürerek Mekanik enerji üretir. Türbin şaftı direk veya bir dişli sistemi ile jeneratör Rotoruna bağlıdır. Jeneratör Rotoru üzerinde bulunan sargıların dışarıdan bir Doğru akım Güç Kaynağı ile uyartılması sonucu rotor çevresinde bir Manyetik alan doğar. Dönen rotorun etrafında oluşan manyetik alanın Stator sargılarının üzerinde İndüklenmesi ile stator sargılarında gerilim oluşarak elektrik enerjisi elde edilir.
Hidrolik santralların artıları, eksileri
Bir barajın yapımı ve öncesinde; uzun süreli yağış, su, jeolojik çalışmalar yapılması, su altında kalan arazi için ödenen istimlâk bedelleri, baraj yapım maliyetinin yüksek olması ilk yatırım maliyetinin çok fazla çıkmasına neden olur ki bu bir dezavantajdır.
Dezavantajlarına karşın; ilk yatırım yapıldıktan sonra, enerji üretiminin ana kaynağı su olduğundan üretim maliyeti çok ucuz olmaktadır. Yakıtlı santralar gibi hava ve çevre kirliliği yaratmazlar.Türbinler hakkında daha detaylı bilgi için teklif hazırlama mühendislerine başvurulabilir.

Ayrıca barajların, elektrik üretiminin yanı sıra;
1. Yerleşim yerlerinin suyunu karşılama,
2. Sel ve taşkınları önleme,
3. Tarım arazilerini sulama
4. Balıkçılık
5. Ağaçlandırmaya katkı, erozyonu önleme
6. Turizmi geliştirme
7. Ulaşım
8. İklimde yumuşama gibi yararları bulunur.
Artıları ve eksileri ile ve de uzun yıllar kullanılacakları değerlendirildiğinde tartışmasız olumlu yanları ağır basmaktadır. Ülkedeki her akar su potansiyelinin enerjiye dönüştürülmesi mutlaktır.
Hidrolik santrallar ile termik santralların karşılaştırılması
Hidrolik Santralların yıllık üretimleri, kaynağa gelen su miktarıyla doğru orantılı olduğundan ve bir yıl boyunca gelen su insanoğlunun elinde olmayıp tam kapasite çalıştırmaya yetmiyebileceğinden, genel olarak puant santralı olarak çalıştırılırlar. Devreye alınış ve çıkarışları çok kolay ve hızlı olduğundan su rejimine bağlı olarak günün, enerji gereksiniminin çok olduğu- ki buna puant saati denir – saatlerinde çalıştırılarak, enerjiye az gereksinim olduğu zamanlarda devre dışı bırakılırlar. Bir Hidrolik Santral ünitesi tam kapasite ile çalıştırılmayabilir. Örneğin 100 MW güçteki bir ünite bir saat tam kapasite çalıştığında 100 000 kWh enerji üretebilir. Tam kapasite çalışma türbin kanatlarının önündeki su giriş kapakçıkları tam açıktır ve saniyede geçen su miktarı en üst düzeydedir.
Ancak, sistemden çekilen enerji, kullanıcıların devreye girme, çıkmalarına göre an be an değişir. Sisteme anlık olarak istenilen enerjinin verilmesini üretim ünitesindeki regülasyon sistemi sağlar. Regülasyon sistemi, türbin kanatlarının önündeki su giriş kapakçıklarına otomatik olarak hükmederek daha az su girişine paralel olarak daha az üretim yapar. Bu olaya sistemde frekans tutma denir. Tüm elektrikli alıcıların sağlıklı ve verimli çalışabilmesi için frekansın, alıcılarda imalat sırasında belirlenen frekans a – Türkiye ve Avrupa ülkelerinde 50 hz -uygun olması gerekir.
Termik santralların devreye alınış ve çıkarışları çok kolay ve hızlı değildirler buna karşın yakıtlarını istenilen miktarda elde etmek insanoğlunun elindedir. Devreye alınış ve çıkarışları sırasında çok verim kaybına uğrarlar. Kızgın buharın, enerji üretimine hazır hale gelmesi için kazanların uzun süre yakılması gerekir. Bütün bu nedenlerden ötürü Termik santral lar arıza, revizyon, bakım vs durumlar dışında 24 saat sürekli çalıştırılmak üzere plan ve dizayn edilmişlerdir.
Stator sargılarında elde edilen orta gerilim elektrik enerjisi dir. Orta gerilim enerjinin şehirlere taşınması için çok büyük kesitli iletkenler gerektiği, bunun da olanaksız olması nedeniyle oluşan gerilim Transformatörler vasıtasıyla Yüksek gerilim e çıkarılır ve ENH (Enerji nakil hatları) ile şehirlere taşınır. Yüksek gerilim enerji kullanıma sunulamıyacağına göre, bu kez de yerleşim yerlerindeki Transformatörler vasıtasıyla kademeli olarak Alçak gerilim e düşürülerek kullanıma sunulur.
Elektrik enerjisi depo edilemez ama su depo ederek elektrik dolaylı olarak depo edilebilir.

Beşeri bilimler nedir?


Beşerî bilimler doğal ve sosyal bilimlerin temel ampirik yöntemlerinden ayrılan, büyük oranda analitik, eleştirel veya spekülatif yöntemler kullanarak insan durumunu inceleyen disiplinlerdir.
Beşerî bilimlerle ilişkili disiplinlere örnek vermek gerekirse; antik ve çağdaş diller, edebiyat, tarih, felsefe, din, görsel sanatlar, performans sanatları (müzik dahil) gibi dallar zikredilebilir. Bazen beşerî bilimler dahil edilen bazı ek alanlar ise antropoloji, alan çalışmaları, iletişim ve kültürel çalışmalardır; bununla birlikte bu alanlar sıklıkla sosyal bilimler dahilinde ele alınırlar.

Beşeri bilimler tarihi
Batı’da beşerî bilimlerin kökeni antik Yunan’a uzanmaktadır. Roma döneminde, yedi liberal sanat kavramı ortaya çıkmıştır; gramer, retorik ve mantık (trivium) ile birlikte aritmetik, geometri, astronomi ve müzik (quadrivium). Nitekim bu konular daha sonraları da bu kompozisyon içinde önemlerini korumuşlar ve Orta Çağ boyunca da eğitimde gösterilen temel konular olmuşlardır.
Rönesans döneminde önemli bir kayma yaşanmış ve beşerî bilimler uygulamadan ziyade incelenmesi (çalışılması) gerekilen konular olarak görülmeye başlanmıştır ki bu geleneksel alanlardan edebiyat ve tarih gibi alanlara yaşanan bir kayma ile birlikte gerçekleşmiştir. 20. yüzyılda bu bakış açısı postmodernist hareket tarafından reddedilmiştir ki postmodernist hareket beşerî bilimleri demokratik bir topluma uygun olacak daha eşitlikçi (egalitaryan) bir şekilde yeniden tanımlamaya uğraşmıştır.

24 Mart 2013 Pazar

Sinus ve Kosinüs uygulama alanları


Düzlemsel trigonometride, iki boyutlu düzlemde (ve üçü de aynı doğru özerinde yer almayan) üç noktayı doğru parçalarıyla ikişer ikişer birleştirerek oluşturulan düzlemsel üçgenler söz konusudur. Küresel trigonometride ise, üç boyutlu kürenin iki boyutlu olan yüzeyinde (ve üçü de aynı büyük çember üzerinde yer almayan) uç noktayı büyük çember yaylarıyla ikişer ikişer birleştirerek oluşturulan küresel üçgenler söz konusudur.
Küresel trigonometri Eski Yunanlılarda astronomiye ilişkin gereksinimleri karşılamak amacıyla ortaya çıktı ve gelişti. Küresel trigonometri aslında düzlemsel trigonometriyi de tümüyle içerir, ama düzlemsel trigonometri ancak 15. yüzyıl Avrupa’sında, topografya, ticaret ve denizciliğin gereksinimleri doğrultusunda kendi başına ve küresel trigonometriden bağımsız olarak gelişmiştir. Küresel trigonometri, düzlemsel geometriden daha önce ortaya çıkıp gelişmiş olmakla birlikte, ancak düzlemsel geometrinin temel ilkelerinin bilinmesiyle daha iyi anlaşılabilir.

Bilimsel alanlarda kullanılan trigonometri aşağıdaki alanlarda kullanılır:Yankılanım, mimarlık, astronomi(okyanuslarda, uzayda, havada dolaşmak bunun için), biyoloji, haritacılık, kimya, sivil mühendislik, bilgisayar grafikleri, jeofizik, kristalografi(kristalleri inceleyen bilim), ekonomi(özellikle finansal marketlerde kullanılır), elektrik mühendisliği, elektronik, kara ve yersel araştırma, fizik bilimi, mekanik mühendisliği, makineler, sağlık alanı(CAT taraması ve ultrason), meteoroloji, müzik teorisi, sayı teorisi (ve bu nedenle kriptografi), okyanus coğrafyası, optik bilim, farmakoloji(ilaç bilimi), ses bilimi, olasılık teorisi, psikoloji, sismoloji(deprem bilimi), istatistik, ve görsel algılama
Trigonometrinin nasıl kullanıldığını hayal etmek zor değildir. Örnek olarak denizcilik ve haritacılık trigonometriyi kullanmak bir fırsattı ve bunların kullanımı ilk trigonometri ders kitabı için yeterli idi.müzik teorisindeki gibi trigonometri değerlendirmesi Pisagor’ un çalışmalarına bağlıdır.Farklı uzunluktaki seslerin iki farklı çıkışları olduğu Pisagor’ un dikkatini çekmiştir.Eğer bunlar benzer uzunluktaki küçük tamsayılar olsalardı, titreşen dizi şekli ve sinüs grafiği arasında benzerlik tesadüf olmazdı.

Okyanus coğrafyasındaki bazı dalga şekilleri ve sinüs fonksiyonunda ki grafiklerdeki benzerlik rastlantı değildir. Diğer alanlardaki, ekonomi, iklim bilimi, biyolojik çalışmalar, mevsimsel periyotlar, sinüs ve kosinüs fonksiyonlarını kapsar.

Atilla Kimdir ?


Büyük Türk-Hun İmparatoru’dur. 395 yılında doğdu. Hun Devleti’nin kurucularından Muncuk’un oğludur. 434 yılında kardeşi Bledu ile birlikte İmparatorluğun başına geçti. Bir süre sonra kardeşinin öldürülmesiyle Tuna kıyılarından Çin Seddi’ne kadar uzayan imparatorluğun tek hâkimi oldu. 750 bin kişilik ordusuyla Galya şehirlerini alt üst etti. Orleans’ı kuşattı. Kuzey İtalya’yı silindir gibi ezip geçti.
Avrupa’yı titreten bir cihangir oldu. 453 yılında öldü.Tıpkı Büyük İskender gibi bütün dünyaya hâkim olmak ihtirası ile dopdolu bulunan Attila, bu büyük emelini tamamen gerçekleştiremedi. Ancak tarihin tanıdığı en ünlü cihangirlerden biri oldu.Gençliğini barış için rehin olarak Roma’da geçirmiş, bu yüzden Roma kültürünün yanı sıra zaaflarını ve karakterlerini incelemişti. Latince’yi de ana dili gibi öğrenmişti. Hükümdar olduktan sonra Romalılar hakkındaki bütün bu bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı.
Attilâ önce Doğu Roma’yı hedef aldı. Bizans üzerine yürüdü. Kendisinden aman dileyen İmparatoru yıllık vergiye bağladı. Bir süre sonra vergisini ödemeyen imparatora, bunu pek pahalıya ödetti. Balkanlardan Mora’ya, oradan İstanbul kapılarına kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Bizanslılar vergiyi iki misline çıkartarak İstanbul’u kurtardılar.

Fakat, bu arada Bizans İmparatoru III. Valentinianus, bir suikastçi göndererek Attilâ’yı öldürtmeye teşebbüs etti. Bu teşebbüs sonuçsuz kaldı. İmparator bu kez kendi emriyle suikasti hazırlayanın kafasını kestirip Attilâ’ya göndermekle, kendisini temize çıkarmaya kalkıştı.
Bu arada III. Valentinianus’un hayatı boyunca evlenmemeye mahkum ettiği kız kardeşi, rahibe olarak kapatıldığı manastırdan Attilâ’ya bir nişan yüzüğü göndererek kendisiyle evlenmeye hazır olduğunu bildirdi. Bütün Avrupa’ya dehşet saçan Attilâ, Bizans İmparatoru’na daha sert bir mesaj göndererek, nişanlısının kapatılmış bulunduğu manastırdan serbest bırakılmasını ve müstakbel eşine çeyiz olarak Batı Roma İmparatorluğunun yarısının verilmesini istedi. III. Valentinianus, Büyük Türk-Hun İmparatoru’nun bu teklifi karşısında kara kara düşüncelere daldı. Bunun verdiği huzursuzluk bütün Bizans’ı kapladı. Doğu Roma İmpatorluğu sınırları içinde bitip tükenmek bilmeyen korkulu günler ve aylar başladı, Attilâ’nın bütün emeli Batı ile Doğu Roma İmparatorluklarının kendisine karşı birleşmelerini önlemekti. İki cephede birden savaşmak istemiyordu.
Doğu Roma’yı bu huzursuzluğun içinde bıraktıktan sonra ani bir kararla Batı Roma’ya yürüdü. Bir hallaç pamuğu gibi attı, Batı Roma İmparatorluğu’nu.
Roma’ya girmesinin gün meselesi halini aldığı bir sırada Papa III. Leon, bizzat Attilâ’nın karargâhına giderek Roma’yı çiğnememesi için ricada bulundu. Hattâ bunun için kendisine yalvardı.
Papanın bu yalvarışı karşısında istilâyı durdurmayı kabul eden Attilâ, Romalıları çok ağır bir vergiye bağladı.Sekiz yıl içinde bütün Avrupa’da eşi görülmemiş ölçüde büyük bir istilâda bulunan Attilâ, korku ve dehşet ifade eden tek isim oluvermişti. Bu yüzden son derece âdil bir hükümdar olmasına rağmen bütün Avrupa kendisini barbar gözüyle gördü. Onun etrafına saçtığı büyük korku ve dehşetin psikolojik bir sonucu olmuştu bu yanlış teşhis…
Attilâ yalnız büyük bir istilâcı ve yaman bir komutan değil, mükemmel bir hükümdardı. Tarih onu, milletine medenî bir düzen veren ve dünyada posta teşkilatını kuran ilk kişi olarak tanır.Attilâ’nın ilk eşi ve baş kadını Arıkan idi. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu İlek’in anası olan Arıkan’dan başka bir kaç kadın daha almıştı. 453 yılında büyük Türk-Hun İmparatorluğu’nun başkenti olan Etzelburg’da (Bugün Macaristan sınırları içinde bulunan Attila şehri) İlkido adında genç bir kızla evlendi.

Elli sekiz yaşında olmasına rağmen son derece dinç ve kuvvetli idi. Zifaf gecesinin sabahında, bütün Avrupa’yı tir tir titreten cihangir, yatağında ölü bulundu. Ağzından, burnundan boşanan kanlarla, bütün yatak kıpkırmızı olmuştu. Ölümünün şiddetli bir burun kanamasından mı, bir hastalıktan mı, yoksa bir suikast sonucu mu meydana geldiği kesinlikle anlaşılamadı.
Cenazesi, ölümünün ertesi günü yapılan çok büyük bir törenle kaldırıldı. Cesedi altın bir tabuta konulmuştu. Bu tabut, önce gümüş, sonra da demir bir mahfazanın içine yerleştirilmiş ve böylece toprağa verilmişti.Attilâ, ölümünden sonra, kimse tarafından rahatsız edilmeden ebedî uykusunu uyumak isterdi.
Bunu, böyle vasiyet etmişti. Bu nedenle mezarını kazıp kendisini toprağa verenler okla vurulmak suretiyle hemen oracıkta öldürüldü. Sonra mezarının yanından geçmekte olan bir çayın mecrası değiştirildi. Sular başka tarafa, muhtemel olarak mezarın üzerinden verilen yeni mecrasına akıtıldı. Böylelikle büyük cihangirin son arzusu yerine getirilmiş oldu.
Ne yazık ki bugün mezarının yeri dahi bilinmez.

George Catlett Marshall kimdir? (Marshall yardımları)




George Catlett Marshall , II. Dünya Savaşı sırasında ABD Genel Kurmay Başkanı (1939-1945). Daha sonra dışişleri (1947-1949) ve savunma bakanı (1950-1951) olarak hükümette görev almıştır. Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını başlatan Marshall Planı olarak bilinen Avrupa Kalkınma Programı’nın yaratıcısıdır. (d. 31 Aralık 1880 – ö. 16 Ekim 1959)
Bir kömür tüccarının oğluydu. 1901′de Lexington’daki Virginia Askeri Enstitüsü’nü bitirdi. 1902-1903 yıllarında Filipinler’de görev yaptı. Ordu içinde hızla yükselerek I. Dünya Savaşı sırasında 1. Tümen’in harekat dairesi başkanı olarak Fransa’ya gönderildi (1917). Meuse-Argonne harekatı sırasında da 1. Ordu harekat dairesi başkanı olarak görev aldı (1918). Savaştan sonra beş yıl boyunca (1919-1924) General John J. Pershing’in yaverliğini yaptı.
II. Dünya Savaşı’nın başladığı 1 Eylül 1939′da Kara Kuvvetleri kurmay başkanlığına getirildi. Kazablanka, Washington, Quebec, Kahire ve Tahran konferanslarına ABD kurmay başkanlarının baştemsilcisi olarak katıldı. Bu konferanslarda İngilizlerin Akdeniz stratejisi olarak bilinen planını benimsemeyerek, Müttefiklerin Alman güçlerine karşı Manş Denizi üzerinden bir saldırı düzenlemeleri gerektiğini ileri sürdü.





21 Kasım 1945′te genelkurmay başkanlığından ayrılmasından birkaç gün sonra, Başkan Harry Truman, Marshall’ı özel temsilcisi olarak Çin İç Savaşı’nda arabuluculuk yapmaya ikna etti. Bu girişiminde başarılı olamamasına karşın Ocak 1947′de dışişleri bakanlığına getirilen Marshall, aynı yıl haziranda kendi adıyla anılan ve savaş sırasında büyük yıkıma uğrayan Avrupa’nın yeniden inşasını amaçlayan Avrupa Kalkınma Planı’nı açıkladı. Ayrıca başlangıçta plan kapsamına alınmayan Yunanistan ve Türkiye’ye yardım sağlanmasında etkili oldu. İsrail Devleti’nin tanınması ve Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı’nın (NATO) kurulmasına ilişkin görüşmelerin başlatılması için çaba gösterdi. İki yıl sonra sağlığının bozulması nedeniyle görevinden ayrıldı.



1950′de 70 yaşındayken Başkan Truman’ın Kore Savaşı sebebiyle yaptığı çağrıyı kabul ederek Savunma Bakanı oldu. 1951′de savunma bakanlığı görevinden ayrıldıktan sonra hükümete askeri konularda danışmanlık yaptı. 1953′te, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın iktisadi kalkınmasına ve dünya barışına yaptığı katkılardan dolayı Nobel Barış Ödülü aldı.

Filoloji Nedir ?


Filoloji “kelime sevgisi” anlamındadır. Sözcük, bir dilin ya da dillerin arasındaki ilişkileri, o dillerin tarihsel gelişimlerini ve yapısını inceleyen bir bilgi dalının adı olarak kullanılmıştır. “Betikbilim” olarak da adlandırılmaktadır.Filoloji denilince kısaca anlaşılan,o dil hakkındaki tüm bilgileri edinmedir.

Filoloji; yazılı belgelerin geçerliğini, gerçek olup olmadıklarını araştıran tarihsel bir bilimdir. Filoloji çalışmalarında, üretildikleri dönemlere ait eski metinleri yeniden oluşturmaya çalışılır. Üretildikleri dönemlerin etkileri, kaynakları araştırılır, özgün metinler çözülmeye ve yeniden oluşturulmaya, bu arada taklitlerini saptanmaya ve değerleri ölçülmeye çalışlır. TDK güncel sözlüğünde karşılığı Dil Bilim olarak verilmiştir.
Tarihi anıtlarda, alfabelerde kullanılan dilleri çözümlemede de kullanılır. Daha çok o dilin edebiyat ve kültürle olan ilişkisi üzerinedir. Dünyada var olmuş ve var olan dilleri inceler, diller arasındaki akrabalık bağlarını , sözcük alışverişlerini araştırır.

Süt Neden Beyazdır ?


Hayvanların yedikleri gıdaların renklerinin, neresinden çıkarsa çıksın, çıkan şeyin rengi ile bir alakası yoktur. Buna en iyi örnek inektir. Bir ineğin en çok yediği yeşil renkli otlardır. Bu otlar ineğin dört odalı midesinde çözülür ve moleküllere ayrılır, moleküllerin ise renkleri yoktur. Sütün renginin beyaz olmasının nedeni içinde çözünmüş halde bulunan kalsiyum kasinat (caseinate)tır.
Peki o zaman dışkı niçin kahverengi, idrar niçin açık san renktedir? Dışkının kahverengi olmasının sebebi bağırsaklarda hazmı sağlayan sıvılar, özellikle de safra suyudur. Safra suyu aslında yeşil renktedir fakat gıdalarla karıştıkça kahverengi renk alır. Bu nedenle dışkı bazen yeşilimsi de olabilir. Çok az da olsa aldığımız gıdalar dışkının rengini etkileyebilir. Örneğin vücudumuz pancara koyu kırmızı rengi veren maddeyi bazen parçalayamaz ve pancar yedikten sonra dışkı kırmızımsı bir renk alabilir.
Dışkıdaki renk, şekil ve kıvam değişikliklerinin çoğu son zamanlardaki bir beslenme değişikliği ya da geçici bir sindirim bozukluğuna dayanır. Ancak eğer dışkı belirgin bir şekilde normalden açık veya koyu renkte is, ya da kanlı ise, bu daha ciddi bir durumu gösterir, derhal doktora başvurulmalıdır.
Vücudumuzu terk eden sıvı maddelerin, yani idrar ve terin renginin de içilen sıvı maddenin rengi ve kimyasal yapısı ile bir alakası yoktur. Sıvı veya katı olsun yemek borusundan içeri girip, sindirim sistemimizi boydan boya geçen gıdalar eğer metabolizmada iyi parçalanamazlarsa bunun sonucu dışkıda görülebilir. Ama idrar öyle değildir. İdrar metabolik artıkların dolaşım sistemi ile taşınmasıyla böbreklerde oluşur.
İdrarın normal rengi açık sarıdır. Bu renkteki değişiklikler muhakkak bir şeylerin iyi gitmediğini gösterir. Bu durumda hemen doktora gitmek gerekir. İdrar kahverengi veya kola renginde ise karaciğer veya safrakesesi problemi, kırmızı ise enfeksiyon, iltihaplanma veya idrar sisteminde kanama olabilir.
Ancak fazlaları vücuttan atılan vitaminler veya bazı doğal ve suni gıda boyaları da idrarda bunlara benzer renk değişikliklerine neden olabilir. Eğer idrarınızın rengi yeşil veya mavi ise bu duruma hemen hemen kesinlikle gıda boyaları neden olmuştur. Endişe edilecek bir durum değildir. Boyalar zarar vermeden vücuttan çıkar.

Anadolu Selçuklu Mimarisi


Anadolu Selçuklu mimarisinin önemli eserleri arasında yer alan Konya Karatay Medresesi,bugüne kadar tamamlanma tarihi olan 1251-52 yılıyla tanıtılmıştır.12.-13. yüzyıllarda Anadolu’da cephe mimarisinin gelişmesini inceleyen araştırmada yapılan tarihlemenin doğru olmadığı belirtilmiş,Konya Karatay Medresesi kapısının,mimari ve süsleme özellikleri ile 1220-1230 yıllarıyla ifade edilen döneme tarihlendiği ileri sürülmüştür.1230 Yılıyla başlayan ve I.Alaeddin Keykubat’ın ölümüyle sonuçlanan yıllar (1230-1237) yapılan tarihlemede daha kesin bir dönemi belirtmektedir.
Konya Karatay Medresesi’nde kapının üzerinde uzanan medrese (resim 1-2-3) yapılan değerlendirmenin doğruluğunu açıklayan bir belge olarak önem taşır.Kitabe,değişikliğe uğradığından,ısrarla yanlış değerlendirerek,bir tarihleme yapılmış,kapının mimari ve süsleme özellikleriyle ortaya konabilecek görüşler gündeme gelememiştir.
On taşın yanyana sıralanmasından meydana gelen 6.50m uzunluğundaki sülüs kitabede,ayet bölümü (birinci taş) I.Alaeddin Keykubat’ın adını ve ünvanlarını veren bölüm (üçüncü ve dördüncü taşlar) I.Mesut,I.Kılıç Arslan ve Karatay Bin Abdullah’ın adının yer aldığı bölüm (sekizinci taş) değişik bir istif ve yazıyla,beyaz mermer taşlardan ayrılan,dumani mermer taşlara ayrılmıştır.Kesin olarak asıl kitabeden ayrılan bu taşlardan,değişik bir düzenleme ve ikinci derecede bir yazı vardır.
Kitabe harflerinin,belieli bir sanat anlayışı ile ortaya konan dekoratif ifadesi,bu yazılarda yoktur.Burmalı köşe sütunları ve gamalaı haç düzenlemeli düşey dikdörtgen yüzeylerin üzerinde,geniş bir kitabe kuşağı olarak yer alan Nemi Suresi’nin başlangıç bölümü dışında,27/19. ayeti,kitabenin esas parçalarını kesin olarak tesbite imkan verir.
Yapılan değişiklik,önce I.Alaeddin Keykubat’ın adının,kitabeye alınması,sonrada Karatay’ın adına kitabede yer verilmesi ile ilgilidir. I.Alaeddin Keykubat’ın adında dünyanın “dal” harfi yandaki taşta,esas kitabede kalan üç kısmı ile birleşmemiştir.Kitabenin sonunda (dokuzuncu taş) görülen “rı” harfi de,sonunda yer aldığı kelime bilinmeyen,asıl kitabeden kalan bir harftir.Esas kitabede (altıncı taş) Keykubat adında “dal” harfi,noktalı olarak yazılmıştır.Hattat “eyyam” kelimesinde ilave olan bölümde yer alan (üçüncü taş) “mim” harfine dilediği şekli vermiştir.
Esas kitabede yer alan (ikinci taş) “emr ve el-imaret” kelimeleri başta elif harfiyle yazılmış,esas kitabede (altıncı taş) ikinci “bin”,“keyhüsrev” ve “Keykubat” için kullanılan tek isim olmuştur.I.Kılıç Arslan’ın adının “rı” harfi de (sekizinci taş) yeni kitabede yok.
Kitabe,Tevbe suresinin 120. ayetinin son bölümü (9/120) ile başlar.Yapının inşasının “Es Sultan el-azam zıll-ullah fi-l –alem alaeddünya veddin”’in hükümdarlığı günlerinde emir edildiği bildirilir.Bu ifadeden sonra gelen kelime asıl kitabe taşında yer alan “Ebü-l-feth Keykavus” adıdır,ataları olan sultanların adları,II. İzeddin Keykavus’un adını izler.
Kitebede yer alan “Es Sultan el-azam zıll-ullah fi-l –alem alaeddünya veddin” ifadesi,kitabede yapılan değişiklikle I.Alaeddin Keykubat’ın adının kitabeye alındığını açıklar. I.Alaeddin Keykubat’ın adı,kitabe ve sikkelerde “Alaeddünya ved din” olarak yazılıdır.”Es-sultan el-azam”, “zıll-ullah fi-l alem” ifadeleri de aynı sultanın kullandığı saltanat ünvanlarıdır.
Yapının inşasına I.Alaeddin Keykubat döneminde başlamış olduğundan,yapıyı II. İzeddin Keykavus dönemi eseri olarak tanıtan kitabede doğru ifadenin yer alması uygun görülmüştür.
I.Alaeddin Keykubat’ın adından sonra,asıl kitabede II. İzeddin Keykavus’un adının yer alması yapılan değişikliği açıklamakta bazı taşların yerinden düşerek veya bir onarım sırasında yere alındığında kırıldığı ve yenilendiği şeklinde yapılabilecek bir açıklamayı geçersiz kılmaktadır.Yapılan bu değişiklikten önce kitabede “İzzeddünya veddin ebü-l-feth Keykavus” ifadesi yer almakta idi, asıl kitabede (beşinci taş) yer alan “dal” harfinin ucu asıl kitabedeki “İzzeddünya…”adının “dal” harfina aittir.
Konya Karatay Medresesi,üç kardeşin ortak saltanatı yıllarında tamamlanan bir yapı olmasına rağmen,ortak kitabe ve sikkelerde II.İzzeddin Keykavus’un adının sürekli başta yazılması,değişikliğin daha sonraki tek saltanat dönemi ile ilgili olmadığını açıklamaktadır.
Kurucu Celaleddin Karatay’ın I.Alaeddin Keykubat’ın 1219 yılında tahta çıkışında,sultana yakın emirlerden biri oluşu,onun daha I İzzeddin Keykavus’un döneminde,devlet hizmetinde bulunduğunu açıklamakta,kaynakların verdiği bilgiler de bunu doğrulamaktadır. Celaleddin Karatay’ın I.Alaeddin Keykubat’a yakınlığı sultanın saltanatı boyunca ölümüne kadar sürmüştür.Kayseri-Elbistan yolundaki Karatay Medresesi’nin (1240-1241) iç kapısındaki tarihsiz kitabe,kapalı bölümün I.Alaeddin Keykubat döneminde inşa edildiğini bildirmekle, Celaleddin Karatay’ın imar çalışmalarının bu dönemde başladığını belgelemektedir.
Konya Karatay Medresesi kapısı ile Sultan Hanı avlu kapısının süsleme unsurları arasındaki yakınlık,Mehmed Bin Havlan el-Dimişki’nin medrese kapısı ile ilgili olabileceğini düşündürmektedir.Kapı açıklığını çevreleyen tek sıra mukarnaslı kuşakta,mukarnas yüzeylerine sülüs yazı ile yazılı hadisler,Konya-Aksaray yolundaki Sultan Hanı avlu kapısı kitabeleri ile gösterdikleri bütünlükle önem taşımakta,kapının bütünlüğünü çevreleyen yıldız geçme (resim 5),aynı ifade ve görünüşle,kervansarayın avlu kapısı yan girinti yüzeylerini kaplamaktadır.
Atabey Mübarizeddin Ertokuş Medresesi (1224) eyvanın iki yanında yer alan kubbeli köşe mekanlarıyla bu uygulamanın ilk örneği olarak Konya Karatay Medresesi’nin batı kanadı ile 1230-1237 yıllarında inşasına başlanan bir eser olabileceğini açıklamaktadır.
Konya Karatay Medresesi çini süslemeleri ile Konya Aladdin Camii 1235 yılı civarına tarihlenen çini süslemeleri arasındaki beraberlik sıralanan özelliklere katılan ayrı bir değeler topluluğu olarak önem taşır. Konya Karatay Medresesi kapının üzerinde uzanan kitabe kuşağına göre 1251-1251 yılında geniş yüzey alanlarını kaplayan çini süslemeleriyle tamamlanmış,hizmete açılmıştır.
Anadolu Selçuklu Mimarisi Konya Karatay Medresesi ile,vardığı dorukları,ulaştığı değerleri açıklar.Yapı;plan kuruluşu,ekan etkisi,mermer kapısı ve çini süslemesiyle inşa edildiği döneme ve yere uygun bir mükemmellik gösterir.Anadolu Selçuklu Mimarisi’nde,mermer kapılar,sayılı örnekler halinde inşa edilmişlerdir. Konya Karatay Medresesi kapısı,mermer kaplama olarak özenle inşa edilmiş ormanın yanında,tasarımında yüzeyin kullanımını belirleyen iljke ve kurallarla birinci derecede önem ve değer taşır.
Konya Karatay Medresesi kapısının ilk görünüşü 1849 yılında,değişik ölçü değeleri ve yıldız geçmeli bir kuşakla yayınlayan Charles Texier,günümüze gelmeyen ve çekilen ilk fotoğraflarda görülmeyen saçak kornişini özellikleriyle tesbit etmiştir.Üste içbükey profilli,yüzeyi otuzbir mukarnas bölmeli kuruluşu ile yayınlanan saçak kornişi,0.43m yükseklikle tanıtılmıştır.Alexandre M.Raymond 1924 yılında kapının görünüşünü sulu boya olarak yayınlamış Mahmut Akok kapının görünüşü ve süslemelerine Muhittin Binan kapı açıklığının görünüşüne yayınlarında yer vermiştir.
Konya Karatay Medresesi kapısı,tasarımında 8.51m kenarlı bir karenin içine kurulmuştur.Kapı genişliği 7.40m değeri ile tasarıma alınmıştır.0.37m birim boyut değeri kapı kuruluşunu belirlemiştir.0.37m değerinin yapıda,avlu boyutlarında,havuzun ölçülerinde ve kubbe yüksekliğinde varlığını sürdürmesi önemlidir.Yüzey kuruluşunu belirleyen karede,kenarlar 0.37m değerinin 23 katı olarak tasarıma alınmıştır.(8.51m)Kapıda yükseklik 8.51m genişlik 7.40m açıklık 2.96 ve yan yüzey 2.22m değerleri birim boyut kuruluşunu kesin olarak açıklamaktadır.Gamalı haç süslemeli yüzeyler 1.11m genişlikle birim boyut değerinin üç katı olarak düşünülmüştür.
Avluda,sıvalı duvarlar,kenar uzunluğu değerinin 12.20m olarak ölçülebileceğini açıklar,avluda yer alan kare havuz 3.70m kenar uzunluğu değerleriyle ölçülmüştür.Bugün yenilenen havuzun ölçüleri 3.71m x 3.75m’dir.Yapıda kubbe yüksekliği 15.55m olarak alındığında 0.37m değeri 42 katı ile kullanılan birim boyut değeri
Konya Karatay Medresesi kapısının boyutlarını ve yüzey kuruluşunu verecek çizimlere 8.51m kenarlı 1-4 karesinin çizimiyle başlanmış,karenin düşey(AA’)ve yatay(BB’)eksenleri köşegenleri çizilmiş O merkez noktası belirlenmiştir.Yüzey kuruluşunda yüzeyi iki yarıya ayıran AA’ düşey ekseni üzerinde yer alırken,yan topuzlar kare köşegenleri üzerine yerleştirilmiştir.
Kare kenar değeri alınarak I-II-III-IV noktalarından çizilen yaylar /1/,BB’ yatay ekseni üzerinde kapı genişliğini belirlerken I-II noktalarından çizilenler kare köşegenleri ile kesişme noktalarında nar topuzların yerini belirlemişlerdir.I-II-III-IV noktalarından çizilen noktalarından çizilen yaylar bu noktalarla belirlenen kapı yüzey alanında,dikdörtgenin alt ve üst yarılarının köşegen değeri açıklık gösterirler.
O merkez noktasından,18.51m kenar değerinin 1/3’ i açıklıkla üst yarıda çizilen yarım çember,AA’ düşey ekseni üzerinde kafes oymalı orta topuzun yerini,köşegenler üzerinde kafes oymalı yan topuzların yerini belirlemiştir.Zengi geçmenin bazı önemli noktaları da,bu yarım çember üzerinde yer almıştır.Yarım çember üzerinde sıralanan kafes oymalı topuzlar arasındaki açıklık,yan topuzlarla,yarım çemberin BB’ yatay eksenini kestiği iki nokta arasında tekrarlanan değerdir.0.37m birim boyut değeri,yan topuzların orta topuza uzaklığı 2.22m,yan topuzların arasındaki açıklık 4.07m değerlerinde belirleyici olmuştur.
Zengi geçmeyle belirlenen dikdörtgen yüzey ½ kenar oranı ile kurulurken,kısa kenar değeri a)kemer açıklığını b)kavsara başlangıcı köşelerinden orta topuz açıklığını c)alt yarıda yan yüzey köşegenini belirlemiş d)O noktasından alt yarıda çizilen yarım çember,gamalı haç süslemeli yüzey alanlarının orta noktasını vermiştir.
Zengi geçmeyle belirlenen dikdörtgenin uzun kenar değeriyle a)I-II noktalarından çizilen yaylar /2/,gamalı haç süslemeli yüzey alanlarının orta noktasını ve yan topuzların yerini belirlemiş b)gamalı haç süslemeli yüzey alanlarının orta noktasından çizilen /3/,I-II noktalarında ve BB’ yatay eksenin üzerinde kapı genişliğini AA’ düşey ekseni üzerinde kitabe üst kenar yüksekliğini vermiş c)gamalı haç süslemeli yüzeylerde alt noktaların,çapraz olarak yan topuzlara uzaklığı aynı değerlerle ifade edilmiştir.
Zengi geçmeyle belirlenen dikdörtgenin köşegenlerinin kesişme noktası,kesik kavsarada üst sırada orta mukarnasın tepe noktasını vermiştir.Köşegen değeriyle 1-2-3-4 noktalarından çizilen yaylar /4/,BB’ yatay ekseni üzerinde kenar açıklığının 1-2 noktalarından çizilenler,kesik kavsarada üst sırada orta mukarnasın tepe noktasını belirlemiş aynı değerle I-II noktalarından çizilen yaylar /5/ kemer yüksekliğini III-IV noktalarından çizilenler kapı girinti açıklığını ve yan yüzeylerde süslemeli alan-kitabe sınırını belirlemişlerdir.
BB’ yatay ekseni üzerinde yer alan Zengi geçmenin ayak eni,yan topuzların kenara ve geçmeli yüzey alanı köşesine uzaklığını vermekte,kavsara tepe genişliğinde ölçülen değer olarak önem taşımaktadır.
Kapının yarı köşegeni açıklıkla,gamalı haç süslemeli yüzey alanlarının orta noktasından çizilen yaylar /6/ AA’ düşey ekseni üzerinde orta topuzun yerini belirlemiştir.
Kare kenarı yarı değeri alınarak gamalı haç süslemeli yüzey alanlarının orta noktasından çizilen yerler /7/,köşegenler üzerinde yan topuzların yerini belirlediği gibi,kesik kavsaranın üst kenarını ve düşey bir eksen üzerinde iki nokta kapı girinti açıklığını belirlemişlerdir.

Arı sütü Nedir ?


Bir arı kolonisinde on binlerce işçi arı, binlerce erkek arı ve sadece bir tane ana (kraliçe) arı vardır. Ana arı kovanın her şeyidir, yokluğunda iş düzeni ve üretim durur. Ana arı kovanda tek olduğu gibi, ölümü halinde yerine geçebilecek ikinci bir arıya da izin vermez. Kovanda ana arı adayı olmak demek ölüm demektir.
Ana arının yok olmasına bir şekilde ölmesi neden olabileceği gibi arıcı tarafından da bilinçli olarak kovandan alınabilir. Ana arı yok olunca koloninin kendisine süratle yeni bir ana arı edinmesi gerekecektir. Bu yeni ana arı eskisinin yumurtladığı son yumurtalardan çıkacaktır.
Bu yumurtaların arı sütü ile beslenmesi, yeni ana arının arı sütü içinde doğuş ve gelişme evrelerini geçirmesi gerekmektedir. Burada görev yine işçi arılara düşer. İşçi arılar üst çene bezlerinden beyaz renkte, pelte kıvamında, hafif keskin koku ve tatta bir sıvı salgılarlar. İşte arı sütü budur. Bu salgı ile beslenen yumurtalar 16 gün sonra arı olarak gözü terk ederler.
An yetiştiricileri bu safhada larvaları yok ederek, arı sütünü kaşıklarla gözlerden toplarlar. Her bir gözden yaklaşık O, l gram arı sütü alınabilir. Yüzde 65′i su, yüzde 35′i ise protein, yağ, şeker ve vitamin ihtiva eden kuru maddeden oluşmuştur.
Arı sütü, özellikle sinir sistemi hastalıklarında, yorgunluk sorunlarında, kısırlık ve damar sertliği tedavilerinde, insana güç ve zindelik kazandırmada kullanılan, doğrudan doğadan gelen önemli bir tabii gıdadır. Piyasaya saf veya bala karıştırılmış halde, draje veya tablet halinde sunulmaktadır.

İttiat ve Terakki Cemiyeti






Sonradan İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alan hareket, II. Abdülhamit’in rejimine karşı mücadele etmek amacıyla yurt içinde ve yurt dışında örgütlenen iki veya daha fazla grubun birleşmesiyle oluşmuştur.Yurt içinde İTC’nin ilk nüvesini 1889′da Askeri Tıbbiye Mektebi’nde kurulan İttihad-ı Osmani Cemiyeti adlı gizli örgüt oluşturdu. Bu örgütü İshak Sükûti (1868-1902), İbrahim Temo (1865-1939), Abdullah Cevdet (1869-1932), Mehmed Reşid ve Hikmet Emin adlı beş öğrenci kurdu. Örgütün bazı üyeleri tutuklandı, bazıları ise Paris’e kaçtı ve anayasa taraftarı diğer Osmanlı muhacirleriyle biraraya geldiler.
Ahmet Rıza beyin önderliğindeki bu grup Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adlı örgütü kurdu ve 1895′ten itibaren Osmanlıca ve Fransızca yayımlanan Meşveret adlı gazeteyi çıkarmaya başladı. 1896′da yapılan kongrede, daha liberal ve İngiliz yanlısı görüşleriyle tanınan liberal Mizan gazetesinin editörü Mizancı Murat Bey cemiyet başkanlığına getirildi. 1897 başlarında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkezi Cenevre’ye taşındı.
1902′de yapılan I. Jön Türk Kongresi’nde cemiyet, “Prens” Sabahaddin Bey öncülüğündeki kendilerine liberal demekle beraber aslında monarşıst olan grupla Ahmet Rıza öncülüğündeki liberal-milliyetçiler arasında ikiye bölündü. 1905′ten sonra Türkiye’den gelen Doktor Nazım ve Bahaeddin Şakir Beyler’in önderliğinde propaganda ve örgütlenme çalışmalarına hız verildi. 1906 Eylül’ünde Selanik’te posta zabiti Mehmet Talat tarafından Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kuruldu ve örgüt sürgündeki jöntürkler ile irtibata geçti. İki ay sonra Şam’da Mustafa Kemal Beşinci Ordu subayları arasında Vatan adlı örgütü kurdu.
1907 Eylül’ünde Paris’te yapılan ikinci Jöntürk Kongresi’nde Jöntürk hareketi İttihat ve Terakki Komitesi adını aldı. Teşkilat Vatan ile bazı başka muhalif grupları da bünyesine kattı.1907′de toplanan II. Jön Türk Kongresi’ne tüm muhalif gruplarla birlikte Taşnaksutyun adıyla bilinen Ermeni Devrimci Federasyonu da katıldı. Bu kongrede, II. Abdülhamit yönetimine karşı bir ihtilal örgütlenmesi kararı alındı.
1895′ten itibaren Osmanlı Devleti’nin her yanında askeri birlikler içinde devrimci örgütlerin kurulduğuna dair anlatımlar vardır. Ancak bu örgütlerin birbiriyle ilişkisi ve merkezi bir koordinasyona ne ölçüde sahip oldukları yeterince aydınlatılamamış konulardır. Örgütlerin birçoğu daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı.
Merkezi Selanik’te bulunan 3. Ordu, 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren devrimci örgütlenmelerin en önemli odağı oldu. 1903′te başlayan Makedonya İsyanı’nı bastırmakla görevlendirilen ordu bünyesinde, Makedon devrimci örgütlerinden esinlenen devrimci gruplaşmalar oluştu. Örgüte katılan subay ve siviller silah üzerine yemin ediyor ve örgüt sırlarını dışa vurdukları takdirde öldürülmeyi göze alıyorlardı. 1908 Devrimi’ni Selanik’te bulunan İttihat ve Terakki Merkez Komitesi organize etti. 1908′den sonra Osmanlı siyasetinde ön plana çıkan İttihat ve Terakki liderlerinin hemen hepsi, başta Talat, Enver, Cemal, Cavit, Rahmi ve Şükrü Beyler olmak üzere, 1908 öncesinde Selanik’teki İTC örgütlenmesinde yer alan isimlerdi.





Mustafa Kemal
Mustafa Kemal içinde sivillerin de bulunduğu devrimci nitelikteki Vatan ve Hürriyet cemiyetini kurmuştu. Şam’da stajyerliğini bitirdikten sonra 13 Ekim 1907 tarihinde Batı Trakya’da konuşlu 3. Ordu’ya atandığında arkadaşlarının İttihat ve Terakki’ye katıldığını gördü. 29 Ekim 1907 Vatan ve Hürriyet Cemiyetini kapatarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye oldu. 22 Eylül 1909 tarihinde Trablusgarp delegesi olarak cemiyetin 3. kuruluş yılındaki genel kongresine katıldı. Bu kongrede yaptığı konuşmasında partiyi tenkit etti. Cemiyet içinde zabitlerin (subaylar) bulunmaması gerektiğini, siyasetle uğraşanların ise askerlik görevini bırakması gerektiğini söyledi. Aksi halde askerî emir komuta zinciri, cemiyetin hiyerarşisi ile karışacak ve askerî disiplin sekteye uğrayacaktı. Cemiyet, komita hüviyetinden çıkmalı ve partileşmeliydi.
Birçok parti yöneticileri Mustafa Kemal’in görüşlerine katılmadılar. Sadece daha önceki kongrede aynı fikri savunmuş olan Kâzım Karabekir destekledi. Bu tarihten sonra Mustafa Kemal sadece askerlikle ilgilenmeye başlamıştır.
Lord Kinross, Atatürk, Bir Millet Yeniden Doğuyor isimli kitabında kongrede konuşmasından ve çevresinde cemiyeti amansız bir biçimde eleştrimesinden dolayı cemiyetin kendisini öldürme kararı alındığını yazmıştır. Mustafa Kemal’e suikast yapma görevi verilen Yakup Cemil bu görevi kabul etmekle kalmamış dikkatli olması için Mustafa Kemal’i uyarmıştır. Suikast için makamına gelen bir parti delegesi, Mustafa Kemal’in masa üzerinde çıkartıp koyduğu tabancası ve etkili ve inançlı konuşması nedeniyle suikastten vazgeçmiş ve aslında kendisini öldürmek için geldiğini itiraf etmiştir.



II. Meşrutiyet Dönemi
24 Temmuz 1908′de Meşrutiyet’in ilanından sonra İTC doğrudan iktidara gelmedi; Hüseyin Hilmi Paşa, İbrahim Hakkı Paşa ve Sait Paşa gibi saygın kişiliklere kurdurulan hükümetleri dışarıdan kontrol etmeyi tercih etti. Aralık 1908′de seçilen Mebusan Meclisi’nde üyelerin büyük çoğunluğu İTC tarafından desteklenen kişilerdi. Şubat 1909′da Osmanlı tarihinde ilk kez bir hükümet, mecliste İTC grubunun verdiği güvensizlik oyuyla düşürüldü.
Cemiyetin 1908, 1909, 1910 ve 1911′de yapılan ilk dört kongresi Selanik’te gizli olarak yapılmış ve Merkez Komite üyeleri kamuya açıklanmamıştı. Gizli bir cemiyetin siyasi sorumluluk taşımadan sahip olduğu iktidar, 1909 başlarından itibaren sert eleştirilerle karşılaştı. “Rical-i gayb” (görünmez kişiler) deyimi siyasi hiciv diline girdi. Nisan 1909′da cemiyete muhalif bir gazetecinin Galata Köprüsü üzerinde kimliği belirsiz bir kişi tarafından öldürülmesi üzerine çıkan olaylar, İTC iktidarına karşı “31 Mart Vakası” olarak bilinen ayaklanmaya yol açtı. Bu ayaklanma Selanik’ten gelen ordu birlikleri tarafından bastırıldı. Cemiyet eskisinden daha güçlü bir şekilde iktidara yerleşti. II. Abdülhamit’in yerine getirilen V. Mehmet Reşat, iktidarın elinde bir kukla olmaktan ileri gidemedi. Ağustos 1909′da yapılan Kanun-ı Esasi değişikliğiyle siyasi güç, meclisin tekeline alındı.



İktidardan Düşüş
Yönetimin izlediği milliyetçi politikaların Balkanlarda (özellikle Arnavutluk’ta) yol açtığı tepkiler ve ordunun politize edilmesinin doğurduğu kaygılar, 1911′de Cemiyetin Meclis grubunun dağılmasına ve en az iki muhalif partinin ortaya çıkmasına yol açtı. Şubat 1912′de yapılan Meclis seçimleri, İTC örgütünün yönlendirdiği şiddet olayları ve yolsuzluklara sahne oldu. “Sopalı Seçim” olarak anılan seçimi, hemen her yerde İTC adayları kazandı. Bunun üzerine muhalefet seçim sonuçlarını gayrımeşru ilan ederken, ordu içinde Halaskâr Zabitan adıyla, İTC iktidarına son vermeyi hedefleyen bir örgüt ortaya çıktı. 16 Temmuz 1912′de, Halaskâr Zabitan grubu’nun muhtırası üzerine Sait Paşa başkanlığındaki İTC kabinesi istifa etmek zorunda kaldı.
Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın “partilerüstü” Büyük Kabine’si, İTC egemenliğine son vermeyi hedefliyordu. Bu amaçla öncelikle Şubat 1912 seçimi iptal edilerek Meclis feshedildi. Buna karşılık özellikle İstanbul’da İTC örgütü kontrolündeki emniyet teşkilatı tarafından desteklenen Kayıkçılar Cemiyeti ve benzeri kitle örgütleri hükümeti zor durumda bırakmaya devam ettiler.
Ekim 1912′de çıkan Balkan Savaşı’nın kısa zamanda hezimete dönüşmesi, siyasi ibrenin bir kez daha İTC yönüne dönmesine yardım etti. Şiddetli bir milliyetçilik politikası benimseyen Cemiyet, bir yandan yenilginin suçunu hükümete yüklerken bir yandan ordudaki kilit subayları ele geçirmeyi başardı. 23 Ocak 1913′teki Babıali Baskınında o sırada binbaşı rütbesinde olan Enver öncülüğünde silahlı bir grubun Babıali’de toplantı halindeki hükümeti basarak, Harbiye Nazırını öldürüp sadrazamın kafasına silah dayayarak istifaya zorlamaları ile İttihat ve Terakki askeri darbe yapmak suretiyle iktidarı ele geçirdi.



İttihat ve Terakki Yönetimi
İktidarı, askeri darbe ile ele geçirdikten sonra da Cemiyet, kendi hükümetini kurmaktansa, saygın bir asker olan Mahmut Şevket Paşa’yı sadrazamlığa getirmeyi seçti. Ancak 11 Haziran 1913′te Mahmut Şevket Paşa’nın da bir suikaste kurban gitmesi üzerine, Sait Halim Paşa sadrazamlığında kapsamlı bir diktatörlük yönetimi kuruldu. Aralarında muhalif siyasi liderlerin bulunduğu 24 kişi Mahmut Şevket Paşa suikastiyle ilgili görülerek idama mahkûm edildi. (Osmanlı Devleti’nde 1820′lerden bu yana infaz edilen ilk siyasi idamlardır.) İTC yönetiminin muhalifleri arasında bulunan, çoğu yazar, gazeteci ve milletvekili olan 250 dolayında kişi Sinop’a sürgün edildi. Tüm muhalif gazeteler kapatıldı.
Kendini bir “devrim (inkılap) rejimi” olarak gören İTC iktidarının, 1913′ü izleyen dönemdeki politikaları şöyle özetlenebilir:
* Silahlı Kuvvetlerde büyük tensikat yapıldı. Enver Bey dört rütbe birden yükseltilerek paşa oldu ve ordu yönetimine getirildi.
* Dış politika Alman yanlısı bir çizgiye yöneldi.
* İdeolojik alanda Türkçülük ve Turancılık görüşleri benimsendi. Cemiyetin “resmi sözcüsü” kimliğini kazanan Ziya Gökalp’in yanısıra, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin (Yurdakul), Ömer Seyfettin, Yunus Nadi, Halide Edip gibi partili yazarlar bu görüşleri savundular. Öte yandan, şair Mehmet Akif (Ersoy)’un savunduğu bir İslam milliyetçiliği akımı da Cemiyet içinde yandaş buldu.
* Gayrımüslim azınlıkları ekonomik yaşamdan silmeyi hedefleyen Milli İktisat Politikası benimsendi. 1914′te kapitülasyonlar tek taraflı olarak feshedildi.
* Dilde sadeleşme ve Türkleştirme çalışmaları başlatıldı.
* Medrese eğitiminin modernleştirilmesini ve Maarif Nezareti denetimine alınmasını öngören reformlar yapıldı.
* Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile medeni hukukta kadın-erkek eşitliği getirildi, kadınlara boşanma hakkı tanındı.
* 1917′de Osmanlı Hanedanı’na son vererek (belki Enver Paşa başkanlığında) bir Cumhuriyet kurma görüşü ortaya atıldı ise de Cemiyetin Talat Paşa kanadının muhalefeti üzerine bundan vazgeçildi.
* 1915′te yürürlüğe konulan “Tehcir Yasası” ile Anadolu’da Ermeni tebaa’nın o sırada Osmanlı Devleti sınırları içinde kalan Suriye’ye geçici iskan planı uygulandı. Plan, bugün de yoğun olarak tartışılan Ermeni soykırımı iddialarına yol açtı
* Alman yanlısı tutum, 1914 ağustos’un da seferberlik ilan edilmesi ile yeni boyut kazandı. Sırasıyla Rusya ve İngiltere’ye savaş açıldı.



Savaş Yılları
Cemiyet üst yönetimi ile Almanya arasında 2 Ağustos 1914′te hükümetten ve padişahtan habersiz olarak imzalanan ittifak antlaşması sonucunda, Türkiye Birinci Dünya Savaşı’na Almanya safında katıldı. Bu olay Cemiyet içinde eleştirilere ve bölünmeye yol açtı. Cavit Bey, Ahmet İzzet Paşa, Çürüksulu Mahmut Paşa gibi önemli İttihatçılar hükümetten ve askeri görevlerden ayrıldılar. Fethi Bey, Rauf Bey, Mustafa Kemal gibi bazıları da görevde kalmakla birlikte Enver Paşa başkanlığındaki Cemiyet yönetimine karşı çeşitli derecelerde tavır aldılar.
Daha önce İstanbul Muhafızı (emniyet müdürü) ve Bahriye Nazırı olarak rejimin üç kilit isminden biri olan Cemal Paşa, savaşın ilk aylarında Suriye kumandanlığına gönderilerek fiilen merkez yönetiminden uzaklaştırıldı. Rejimin iki lideri olarak kalan Talat Paşa ve Enver Paşa arasındaki rekabet, zaman zaman su yüzüne çıkmakla birlikte bir kopmaya yol açmadı.
Savaşın ilk aylarında Sarıkamış’ta, daha sonra Süveyş’te ve Irak’ta uğranan ağır yenilgiler Başkumandan Enver Paşa’nın siyasi konumunu sarsamadıysa da, stratejik becerisine ilişkin kuşkular doğurdu. Enver’e yakınlığıyla tanınan İaşe Nazırı Topal İsmail Hakkı Paşa’ya atfedilen büyük mali yolsuzluklar da İTC rejimini yıprattı.



Mütareke ve Kurtuluş Savaşı Dönemi
Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilginin kesinleşmesinden sonra Talat Paşa hükümeti 8 Ekim 1918′de istifa etti. 1 Kasım’da yapılan olağanüstü kongrede İTC kendini feshederek, Teceddüd Fırkası (Yenilenme Partisi) adıyla yeni bir parti kurulmasına karar verdi. 2 Kasım’da İTC liderleri Enver, Talat, Cemal, Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım yurt dışına kaçtılar.
Bu dönemde gerek Türkiye’de gerek İtilaf Devletleri kamuoyunda yaygın olan inanca göre parti örgütü tasfiye edilmemiş, daha sonra yeniden ortaya çıkmak üzere yeraltına çekilmişti. Alman ittifakından ve savaş sırasında gerçekleşen yolsuzluk ve katliamlardan sorumlu tutulan liderler gizlenmiş, buna karşılık savaş suçlarına doğrudan karışmamış olan Cavit, Rauf, Fethi, Vasıf, Rahmi, İsmail Canbulat gibi kadrolar ön plana çıkarılmıştı.
Savaşın kaybedilmesi ve ülkenin işgali olasılığına karşı daha 1915′te Enver öncülüğünde bir direniş örgütünün kurulduğu bilinmekteydi. Nitekim 1918-1919 kışında, daha sonra Milli Mücadele’de kilit roller oynayacak olan kişiler İstanbul’a çağrılarak eğitilmiş, Anadolu’nun çeşitli kentlerinde gazeteler ve dernekler kurdurulmuş, Batı ve Kuzey Anadolu’da eski Teşkilat-ı Mahsusa üyelerinin önderliğinde Kuva-yı Milliye adlı direniş örgütleri teşkilatlanmıştı. Hareketin belli bir aşamasında Enver’in yurda dönerek yönetimi ele alacağı beklentisi, 1921 baharına dek, kamuoyunda yaygındı. İstanbul basınının 1919-1920 yıllarında Milli Mücadele’ye yönelttiği sert eleştirilerin başlıca konusu ve gerekçesini de “İttihatçılık” suçlaması oluşturuyordu.
Nitekim (Rıza Nur, Ahmet Ferit Tek gibi bir-iki istisna bir yana bırakılırsa), Milli Mücadele kadrolarının tamamı eski İttihatçılardan oluşmaktaydı. Başta Mustafa Kemal olmak üzere Rauf, Fethi, Kâzım Karabekir, İsmet (İnönü), Celal (Bayar), Adnan (Adıvar), Şükrü, Rahmi, Çerkez Raşit ve Ethem, Bekir Sami, Yusuf Kemal, Celaleddin Arif, Ağaoğlu Ahmet, Recep (Peker), Şemsettin (Günaltay), Hüseyin Avni, Ziya Hurşit gibi milliyetçi liderlerin tümü eski İTC kadroları ve hatta Teşkilat-ı Mahsusa görevlileri idiler. İttihatçı hareketin basın ve propaganda sözcülerinden Ziya Gökalp, Mehmet Emin (Yurdakul), Mehmet Akif (Ersoy), Celal Nuri (İleri), Yunus Nadi (Abalıoğlu), Falih Rıfkı (Atay), Velid Ebüzziya ve diğerleri Milli Mücadele’nin de savunuculuğunu üstlenmişlerdi.
Buna karşılık Milli Mücadele kadrosunun eski İttihatçı örgütün doğrudan devamı mı, yoksa Mustafa Kemal önderliğinde yeni bir oluşum mu olduğu, tatmin edici bir şekilde yanıtlanabilmiş bir soru değildir.
İTC’nin eski liderleri 1925′te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile siyasi hayattan tasfiye edilecek, ve aralarından önde gelen 13′ü 1926′da İzmir Suikasti komplosuna karıştıkları iddiasıyla İstiklal Mahkemesi’ne sevkedilerek idam edilecekti.
İttihat ve Terakki liderlerinin Sonu
* Enver, Talat ve Cemal Paşalar, 1 Kasım 1918′ten 2 Kasım’a bağlayan gece Alman torpidobotu ‘R-1′ ile İstanbul’u terkederek 3 Kasım 1918′de Sıvastopol’a ulaştı.[8]
* Talat Paşa, 15 Mart 1921′de Berlin’de Charlottenburg semti Hardenberg sok. (bugünkü Kurfürstendamm sok.) no.4′taki ikametgahından dışarı çıktığında Ermeni Soğomon Tehliryan tarafından öldürülmüştü.
* Cemal Paşa, 22 Temmuz 1922′de Tiflis’te uğradığı suikast sonucu öldürülmüştü.
* Enver Paşa, 4 Ağustos 1922′de bugünkü Tacikistan’nın Balh-i Cevan’nın 15 kilometre doğusunda bulunan Çegan tepe’de Kızıl Ordu ile çatışmaya girmiş ve öldürülmüştü.



Bazılarının üye numaraları
Bu ilk 10 üye numarası yaş sırasıyla verilmiştir.
1. Binbaşı Tahir Bey (Selanik Askerî Rüştiyesi Müdürü)
2. Binbaşı Naki Bey (Selanik Askerî Rüştiyesi Fransızca Öğretmeni)
3. Talat Bey (Selanik Posta seyyar memuru)
4. Mithat Şükrü (Maarifte memuru)
5. Rahmi Bey (Selanik eşrafından hukuk mezunu)
6. Yüzbaşı Kâzım Nami Bey (Üçüncü Ordu müşiri yaveri)
7. Mülâzim-ı evvel Ömer Naci Bey
8. Mülâzim-ı evvel Hakkı Baha Bey
9. Mülâzim-ı evvel İsmail Canbolat Bey
10. Yüzbaşı Edip Servet Bey
İlk 10′dan sonra 11′den 100′e kadar boş bırakılarak 111′den verilmiştir.
Osmanlı Hürriyet cemiyeti döneminde katılanlar: 111. Mustafa Necip, 132. İsmail Hakkı (Beşiktaş), 135 Çolak Faik, 136 Hüsrev Sami, 137 Tevfik (Selanik), 138 Halil (Kut), 150 Ahmet Cemâl, 152 Enver
İttihad ve Terakki döneminde katılanlar: 155. Necip Draga, 156. Fethi, 158. Rasim, 165. Hafız Hakkı, 171. Emanuel Karasu, 185. Zinnun, 186. Eyüp Sabri, 187. Abdülkadir, 190. Süleyman Fehmi, 191. Ali Fuat (Cebesoy), 195. Mustafa Kâmil, 196. Mühendis Salim, 204. Hasan Rıza, 238. Baytar Recep, 280. Vasıf, 295. Cavit, 322. Mustafa Kemal (Atatürk), 331. Refet (Bele), 362. Cemil, 385. Ulah Yesarya Efendi, 386. Ulah Çele Efendi, 387. Reşit Paşa.. 6436. Nurettin (Sakallı)